27 Haziran 2014 Cuma

Mütevazi Bir Mezar Soygunu

    -Altı gün önce İstiklal Caddesi'nde rastladım Jonathan Swift'e. "Neredeyse 284 yıl oldu seni görmeyeli, ne var ne yok?" dedim. Ayak üstü nominal değerlerden, kenelerden ve yamyamlıktan söz etti. "Dur!" dedim. "Dur. Tahammül sınırlarımı zorluyorsun. Az ileride çok güzel şişelenmiş delilikleri ve harika peynirleri olan bir yer biliyorum. Orada konuşalım bunları."

      Oturduk. Birer kadeh rakı ve bir parça peynir söyledik. Ben çift buz attım, o ne buz aldı ve ne de su koydu. "Su akıldır. Delilik ile akıl karıştırılmamalı." dedi. O sırada on sekiz yaşında olduğunu tahmin ettiğim, kumral bir kız geçti yanımızdan. Yeşil, kolsuz bir bluz giymişti. Şu göğsün altıda ikisini dışarıda bırakan askılı bluzlardan. Jonathan kızın göğüslerine yiyecek gibi baktı, baktı, baktı... Uzandım, peçetelikten bir peçete çekip dudağının sağ alt kısmından aşağıya süzülmekte olan bol kabarcıklı salyayı sildim. Güldü. Kadehimin yarısını kafama diktim, kadehi masaya koyduktan sonra hiç yüzüne bakmadan "Biliyor musun, şu kanunlar ile ilgili söylediğin şeyler gerçekten çok sıkıydı. Kanunlar ile ilgili algı dengesizlikten de öte gerçek dışı bir algı ve sen bunu yıktın. En azından seni tanıyanların nezdinde." dedim. Uzandı, çatalıyla peynirin kenarından bir parça kesti, çatalını sert bir hareketle peynire sapladı ve aceleyle ağzına götürdü. Peyniri ağzından gevelerken "Bilmiyorum. Daha doğrusu, hatırlamıyorum. Ne demiştim?" dedi. Aklının hala kumral kızın göğüslerinde olduğu çok açıktı.

        -Kanuınlar örümcek ağına benzer. Onlar nasıl yalnız küçük sinekleri tutar da, arıları ve eşek arılarını yakalayamazlarsa; yasalar da aynı. Küçük suçları tutar, fakat büyük suçları serbest bırakır veya bu minvalde bir şeyler. Emin değilim.

        -Ben de.

        -Bu arada, unutmadan söyleyeyim. Mezar taşını çalacağım. Buradan kalkar kalkmaz, bu işi halletmek üzere yola koyulacağım. Haberin olsun.

        -Mezar taşımı mı? Niçin?

        -Çünkü yamyam orospu çocuğu, sen 1729 yılında o taşa sahip olma hakkını  kaybettin. Ne huzursuzluk içinde kıvranıp durduğun istirahatgahının yerinin bilinmesini hak ediyorsun ne de o taşın üzerinde yazan yazıyı!

        Kısa bir sessizlik oldu masada. Geri kalan rakıyı da tek nefeste mideye indirip boş kadehi garsona göstererek bir tane daha getirmesini istedim. Ağzıma büyükçe bir beyaz peynir parçasını, biraz da zorlanarak tıkıştırırken Jonathan'ın kalktığını gördüm. Göz ucuyla ona baktım, göz göze geldik ama hiçbir şey konuşmamayı tercih ettik. Sessizce uzaklaştı ve bir dakika içerisinde sokağın sonundan sağa dönüp gözden kayboldu. Bir erkeğin bir şairin kalbini kırdığı pek sık görülen bir şey değildir. Benim için de iki farklı açıdan yepyeni bir deneyim oldu. İlk defa bir şairin kalbini kırdım ve ilk defa bir yamyama siktir çekebilme fırsatını yakaladım. -Genel kanının aksine en büyük yamyamlar beyazlardır. Zaruretten değil, tembellikten veya bencillikten ötürü yamyamlaşırlar.-

        İkinci kadeh geldiğinde önümüzdeki bir kaç günü tasarlamaya başlamıştım bile. Bir yandan yapacaklarımı planlarken bir yandan da ağır ağır rakımı yudumladım. Son peynir parçası ile son yudumu denk getirecek kadar özenli davrandım. Cüzdanımı çıkardım, bir ellilik çektim içinden, boş peynir tabağının üstüne koydum. Üstüne de uçmasın diye tuzluğu ve peçeteliği yerleştirdim ve oradan ayrıldım.








                60 gün sonra...








           Hava alanında kontrol noktalarından bavulumda bir mezar taşı ile geçemeyeceğimi bildiğim için araba ile gitmeye karar verdim. Yemek ve tuvalet hariç hiç durmaksızın git gel yirmi günlük bir yolculuk, tam bir ay süren planlama aşaması ve on günün sonunda ancak muvaffak olabildiğim sıra dışı bir mezar soygunu.

             İngiltere ve İrlanda basını uzun bir süre benim planımı, tam olarak neyi amaçladığımı ve kim olduğumu da anlamaksızın konuşup durdu. "İrlanda polisi "Gülliver'in Gezileri"nin yazarı, Jonathan Swift'in mezar taşının ve aynı mezarlıkta bulunan Ian Ryan isimli yeni gömülmüş bir bebeğin cesedinin çalındığını duyururken, bu iki hırsızlık arasında bir bağlantı bulunamadığını ancak araştırmaların sürdüğünü belirtti. Ian'ın annesinin bir dilenci, babasının ise bir yan kesici olduğunu saptadıklarını ancak soruşturmanın buradan ileriye gidemediğini de ekledi." şeklinde duyurmuştu haberi The SunTelegraph ise olayı tam bir sapıklık olarak nitelemiş ve kimin, hangi  nedenle böyle bir manyaklığa imza atabileceğini açıklamaya çalışan bir kaç köşe yazarının makalesine yer vermişti.

             Onlar tartışadursunlar, ben arabamla İstanbul'a varmıştım. Gece ikiye doğru tekrar yola çıktım, Karaca Ahmet Mezarlığı'na vardığımda saat iki buçuktu. Önce çürümeye ve kokmaya başlayan bebeğin cesedini ve küreğimi bagajdan alıp doğruca mezarlığa daldım. Bebek mezarı kazabilecek büyüklükte bir boşluk bulduktan sonra aceleyle bir çukur kazıp huzursuz ettiğim yavrucağı çarçabuk, biraz da baştan savma bir biçimde defnettim. Ertesi gün civardaki mermer ustalarından birisinin kapısını çaldım, geçtiğimiz günlerde zalim bir annenin çöp kutusuna attığı yeni doğmuş bir bebeğin cesedini bulduğumu, bebeği otopsi raporu ve benzeri bürokratik işlemlerden sonra polisten ve diğer resmi makamlardan izin alarak kendim defnettiğimi söyledim. Daha sonra ona bagajımdaki mezar taşını göstererek "Alelacele ona bu mezar taşını yaptırdım ancak kabrinin etrafı çevrili olsun, gelip geçen üstüne basmasın, yeri belli olsun istiyorum. O yüzden size geldim." diye de ekledim. Olayın karmaşıklığı ile benim tutarsız konuşmalarım örtüşmüş, usta hem inanmış hem de dertlenmişti. Beni içeri buyur etti, çırağını çağırıp birer çay söyledi. İçerideki toz bulutu nefes almayı güçleştiriyor ve gözlerimi yaşartıyordu. Bu durumun mevcut yalanımı inandırıcı kılacağının farkına varıp rahatlayarak konuşmaya başladım. O anda tasarladığım bir çok yalanı peşi sıra anlatırken tutuklaştığım, kendi hikayemi kaybettiğim noktalarda gözlerimi ovuşturarak kederli bir tavır takınıyordum. Bir kaç bardak çay içtikten ve insanlığın ne kadar kötü bir noktaya gittiğini, kıyametin yakın olduğunu konuştuktan sonra usta ile anlaştık, üstelik usta bu işten para almayacağını söyledi. Bir süre ısrar ettimse de onu ikna edemedim, "İnsanlık ölmüş olabilir ama biz daha ölmedik Allah'a şükür." diyerek konuyu kapattı. Mezarın başına beraber gittik, ölçüler alındı, ertesi gün için sözleşildi. Ertesi gün de usta bir saatlik çalışma ile küçük mezarın etrafını kaliteli bir mermer ile çevirmiş, başına da küçük mezara oranla çok ama çok büyük olan mezar taşını dikmişti. Bu uyumsuz görüntü gelip geçenlerin o mezara bakmaktan kendilerini alıkoyamamalarını sağlıyordu ve mezar taşının üzerinde yazan yazı belleklere kazınıyordu. Aradan bir ay geçtiğinde; o gün, o mermer ustasına uydurduğum yalan dilden dile yayılmış bir şehir efsanesi olmuştu. Karaca Ahmet Mezarlığı'na gelen insanlar, tıpkı bir yazarın, oyuncunun, önemli bir alimin, bir siyasi liderin mezarını ziyaret eder gibi Ian bebeğin mezarını ziyaret eder olmuşlardı. Tabii ki; adının Ian değil Masum olduğunu sanıyorlardı ancak bunun benim için bir mahsuru yoktu. Ve mezar taşında yazan o anlamlı yazıyı herkes ezberlemişti:


        "Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor."



Not: Jonathan Swift ile benim aramı açan o hadiseyi -1729'ta ne olduğunu- merak edenler için Swift'in "Mütevazi Bir Öneri" olarak nitelediği fikirleri ile sizi baş başa bırakıyorum: http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder