30 Temmuz 2018 Pazartesi

Kehanet


Terk ederken bozcasarı ovaları aklıselim
Size canavarı takdim edeyim!

Aç bırakmışlar, inletmişler inim inim
Kurtardım, yaralarını sardım, temizledim
Besledim...
Etle besledim,
Leşle besledim,
Uzanıp kaburgaların arasından
Çıplak elle sökülmüş atan kalple besledim,
Yine de doymadı!


Ben ona ölüm kalım günlerinde rastladım
Üç işkencecisi vardı, üçünü de tanırdım...
Üç işkencecisi vardı, üçünü de parçaladım!


Alım çalım olmaksızın doğradım ilkini dilim dilim
Peynirciydi, kokain sordu kapanırken bilinci
Eğri oturup doğru konuşalım, hoşuma gitmedi.
İkinci puşt zenci bir köktenciydi,
Sahra Çölü'nün en acımasız piçiydi,
Canavarı dikenli muştayla döverdi.
Derisini yüzdüm önce ağız tadıyla
Sonra da boğdum kendi kanıyla.
Üçüncüsü kelimenin tam anlamıyla sadistti,
Üç gün üç gece meşgul oldum dişiyle tırnağıyla
Dördüncü günün sabahında
Gözlerini oydum paslı demirler vasıtasıyla.


Doymadım, doymadım, doymadım kana!
Bu susamışlıkta buluştuk da öyle dost olduk biz canavarla
Bilâvasıta parçalanan gırtlaklarda,
Yarılmış karınlardan sarkan bağırsaklarda,
Kuyruk sokumundan kafaya yekpare sökülmüş omurgalarda,
Oyulmuş göz yuvalarında dost olduk biz onunla
Canavara gelince, ağzı kulaklarında
Ben de bastım kahkahayı bulandıkça kan kızıl intikama.

Terk ederken bozcasarı ovaları aklıselim
Size sağduyuyu ve gözü dönmüş adaleti taksim ettim.


19 Temmuz 2018 Perşembe

Açelya



Kan kırmızı, güzeller güzeli açelya
Yanıltıcıdır, bilmez pek çokları
Açelyaya çürümüşlükler, bataklıklardır doğal coğrafya
Görmez pek çokları, çiçek ya güya...

Bu rüya...
Bu rüya mutlak son bulacak bir gün
Angarya başlayacak sonra
Angarya! Arka arkaya angarya
Bir kağıdı baştan aşağıya sövgüyle doldur
Yetiştir ilk baskıya, gönder Ankara'ya!
Neye sövdü bu diyen açıp da baksın
Açıp baksın ne demektir taalluk
Baskın yeriz, gelir kolluk, söyletmeyin çok
Olmayalım şafak operasyonuyla karakolluk.

Neyse...

Bu rüya...
Bu rüya son bulduğunda bir gün
Uyandığında kolsuz bacaksız
Evsiz saçaksız, savunmasız...
Çırpınma!
Çırpınmışlar iyi bilir de anlatamaz, çırpınmak faydasız

Bu rüya...
Bu rüyadan açelya, uyanacaksın mutlaka bir gün
Etrafını çevreleyen kapkaranlık koza
Faraza kafestir, zehirdir tut ki; kabul edelim
İkiden dokuza nefrettir diyelim
Yedi düvelce nefret öldürür denilegelmiş ağızdan ağıza
Fakat yanlış! Yanlış, yanlış! Doğru değil bunlar!
İntikam!
İntikam!
İntikam!
İlk rüyanın ardından ilk sabah
İlk sabahın ardından ilk istiratgah
Simsiyah bir öfke...
Simsiyah bir öfke, en ferahfeza hapishane insanoğluna
Parmaklıklar şartsa, kafes kaçınılmazsa...
İn altına, ıslak imza.

Ah açelya!
Hangimiz isterdi böyle olsun?
Hangimiz satmazdı
O koca, heybetli karanlığını bir avuç toprağa
Bir saksıya, üç damla suya
Aralanmış bir perdeden sızan bir dirhem gün ışığına...

Neyse...

Yıllar sonra, kozanı parçalayıp çıktığında karanlığından
Sen şimdi şeytan duası
Sen şimdi bira mayası
Bulgur çorbası, bamya tarlası
Sen şimdi borsa tahtası
Şimdi sen, sen şimdi...
Berde'l acüz fırtınası
Boğumlanma noktası, bekleme odası
Antik dönemin yedi harikası
Şimdi sen amerikan salatası
Akdeniz humması, ahlak zabıtası sen
Adet kanaması, ağır para cezası
Sen şimdi, şimdi sen...
Adı batası, zincirleme isim tamlaması
Ateş pahası, bakır pası, balık çorbası
Şimdi sen daktilo masası
Sen şimdi disiplin cezası
Allah'ın belası!

Ah Açelya!

Şimdi sen her şey ve hiçbir şeysin!
Benden de iyi bilirsin
Sen şimdi dünyaları değiştirecek sinsi öfkesin.

Karanlığı kucakla.
Kaldır saksını, yere çal, öyle başla.
Ah Açelya!










6 Temmuz 2018 Cuma

Kaçışsız

      N'oluyoruz lan diye bağırarak uyandı. Gözleri fal taşı gibi açıktı, kalbi göğüs kafesini zindana atılmış bir masumun kapıya attığı ilk yumruklar gibi dövüyor, ellerinin titremesini bir türlü engelleyemiyordu. Uyandığı odanın huzur kaçıracak pürüzsüzlükteki beyaz duvarları, uyandığı garip görünümlü sedye dışında tamamen eşyasız oluşu da biraz sakinleşip neler olduğunu anlamaya çalışmasına engel oluyordu. Varlığına dair en ufak bir bulgunun bulunmadığı bir kapı aralanıp içeri kısacık beyaz saçlarıyla gencecik bir kadın adım attığında ise bilincini yeniden yitirdi.

     Yeniden uyandığında bu defa yalnız değildi odada. Odanın durumundaki yegane değişim de başucunda bulduğu refakatçisiydi. Bu defa dedi, bu defa sakin olmak zorundayım. Savaşların henüz kılıçlarla yapıldığı yıllarda yüzüncü düşmanını yere sermiş, aldığı yaraların ciddiyetinden ötürü nefes almakta güçlük çeken, dönemin şartlarınca yaşlı sayılabilecek bir askerin sarf edeceği efora eş değer bir çabayla biraz da olsa bastırabildi heyecanını. Ne hatırlıyorsun diyordu kafasındaki ses ona, son hatırladığın şey nedir? Ne oldu kendini burada, bu beyaz cehennemde bulmadan hemen önce? Sağa keskin viraj, çıkışı gözükmüyor, dur bir şey olmaz, kamyon! Siktir kamyon, kamyon, kamyon! Ha... Hassiktir! Artık bir otomobilin içerisinde değil gibisin, biraz his, açık seçik bir dizgiye sahip olmadığını sezsen de aklından geçen birkaç düşünce... Onlardan birini yakalar gibisin, diz kapağının hemen üstünden başlayan, soldan sağa doğru gittikçe kalçana yaklaşan kesiğin kopardığı bacağına bakıp "Kıyma makinesi! Otomobil değil, kıyma makinesi..." diye mırıldandığını hatırladı. Soluk almakta güçlük çektiğini, artık öyle çok da derli toplu, sıkı gözükmeyen kana bulanmış darmadağınık iç konsolu, hırıltıları, son bir çabayla nereden ne kadar yara aldığını kontrol edip kurtulabilir miyim acaba diye düşündüğünü, ölmek istemiyorum, yaşamak istiyorum fikrinin boğucu hücumunu, hıçkıra hıçkıra ağlamak arzusunun fiziksel geri bildiriminin kan kusulan öksürükler olduğunu, karnını delip geçerek oturduğu koltuğa saplanmış olan metal parçasını ve kafası önüne düşerken istemsiz, elektriklerin kesildiğini. Bunları anımsayabildi. Bunun için gösterdiği çaba onu yattığı sedyede hafif doğrulmuş, donuk, sebze gibi bir duruma sokmuştu. Hayreti yerini yeniden merağa bırakınca sebze bir anda kapana yakalanmış bir av hayvanının çırpınışlarına bıraktı.

     -Neredeyim ben? Bacağım, bacağım... Kopmuştu! Bacağım koptmuştu, karnım yarıktı! Nasıl? Niye sapasağlamım!? Sen kimsin? Burası neresi? Neler oluyor amına koyayım!

       -Sakin ol. Aradığın tüm cevapları bulacaksın. Önce bu ilkel tavrının sana çaba getirmeyeceğinin idrakına varman lazım yalnızca.

        -İlkelinin amına koyayım! NEREDEYİM LAN BEN!?!

        -Sakin ol.

        Şu kar beyaz kaltağın donuk gülümsemesi beni dedi, çileden çıkartıyor. Üstünde anahtar falan var mıdır acaba? Sıkıp gırtlağını yatırsam şuraya, arasam üstünü, bir kapı açıp çıkar mıyım buradan acaba. Duyduğu fakat beyninin anlamlandırmakta güçlük çektiği bir dizi ses ile bu düşünce silsilesi kesintiye uğradı.

         -Üstümde anahtar yok, olsa da beni öldüremezsin. Üstümde olmayan anahtarı sana teslim edip gitmekte özgürsün desem, şu duvarın dışına dahi çıkamazsın. Sakin olmak ve doğru soruları sormak zorundasın.

          -Si... Si... Siktir be! Şans. Şa şa şanslı. Şans tahmin... Hay anasının... Şanslı bir tahmindi bu veya ben uyurken yaptığınız bir çalışmanın ürünü, ama her ne olursa olsun düşüncelerimi okuyamazsınız. Okuyamazsın, değil mi?

         -Okuyabilirim. Test etmek ister misin?

         -İsterim!

         -Kendini ne zaman hazır hissedersen başlayabiliriz.

       (Pembe zambak, sürat, arkası iyi geliyor yalnız, çiçekli mor elbise, bacaklar, dimdik, öğrendin tabii, ne zaman dönmüştü ki o, yapabilir mi acaba, yok ulan, sen devam et, deniz, mezeler, ahtapot olsa da yesek, neredeyiz ulan acaba, yapma, bilincinin kontrolünden azat et kelimeleri, başka türlü sınayamazsın. Mavi kitap, sarı düldül, siyah keçe, sönük meme, nasır, deve toynağı, tayt, pet şişe...)

       -Pembe zambak, sürat, arkası iyi geliyor yalnız, çiçekli mor elbise, bacaklar, dimdik, öğrendin tabii, ne zaman dönmüştü ki o, yapabilir mi acaba, yok ulan, sen devam et, deniz, mezeler, ahtapot olsa da yesek, neredeyiz ulan acaba, yapma, bilincinin kontrolünden azat et kelimeleri, başka türlü sınayamazsın. Mavi kitap, sarı düldül, siyah keçe, sönük meme, nasır, deve toynağı, tayt, pet şişe...

         -Nasıl peki?

       Bu sorunun sorulması ile yanıtın alınmaya başlanması arasında geçen milisaniyeler içerisinde kendisini sakin kalmaya ve her şeyin mümkünlüğüne inandırmıştı bile. Adapte olmuştu. Yapılması gerekeni yapacak, yürünmesi gereken yolu yürüyecek ve yolun varmasını umduğu birkaç noktadan birinde nihayetlenmesini umacaktı. 

    -Öncelikle sonunda sakinleşebildiğine sevindim. Biraz hayal kırıklığına uğramadım da değil esasında, bu kadar uzun sürmesini beklemiyorduk. Yine de anlaşılabilir tabii, bedeninin gördüğü o büyük hasar zihnini bulandıracak binlerce karmaşık sinyal göndermiş olmalı. Ayıklayıp her birini, en işe yarar olanları kullanıma sokmak her zaman vakit alan bir işti türümüz için. Bu sürenin kısaltımı, evrimimizin omurgasını oluşturuyor zaten. Takip etmekte güçlük yaşadığında araya girebilirsin bu arada. Sorularını yanıtlamak için buradayım ben. İçten içe bildiğin, saf ve izahı mümkün bir biliş değil de bir çeşit sezinleyiş olarak zihninde asılı duran, kavramakta güçlük yaşamayacağın şeylerden bahsedeceğimi umuyorum. Öncelikle şunu söyleyeyim, bildiğin anlamdaki yaşantın sona erdi. Yaptığınız kazanın enkazı başında birkaç insan var şu anda. Yetkilileri arıyorlar bakarken tiksintiyle korkuyu aynı anda hissettikleri ölü bedenine bakarlarken. Saatler sürecek bir çalışma sonrası önce bedeninden geriye kalanlar sıkıştığı konserve kutusundan çıkartılacak, akabinde enkazı kaldırmak için çekiciler gelecek. Gün doğarken önce yalnızca dikkatli gözlerin görebileceği kadar izi kalacak yaşadığın son anların. Akabinde onlar da birer birer, yavaş ama gözlemlenebilir şekilde silinecekler. Sonrasına, geride kalanların hisleri dahil olacağı için anlatmaya değer bulmuyorum. 

       -Peki burası? Burası neresi, neredeyiz biz?

      -Zihnindeyiz. Bu odayı da sen inşa ettin. Biz de biraz manüpile etmiş olabiliriz seni bu hususta fakat işçilik tamamen sana ait.

     -Fakat öldüysem ben, nasıl oluyor da nöral aktivitem sürüyor? Yoksa zamana karşı bir yarış içerisinde miyiz? Bu, zihnimin ölümü kabullenmesi adına yarattığı bir tek seanslık yaşam bağımlılığından kurtulma toplantısı mı? Sen de benim yaratımım mısın? Bir süre sonra sen, tüm bunlar ve ben tamamen solup gidecek miyiz? Elektrikler tamamen kesilince yani, o zaman ne olacak?

      -Hayır, ben senin yaratımın değilim. Elektrik kesintisi ölümü tanımlamak için çok doğru bir tercih oldu bu arada. Tebrik ederim. Ve seni temin ederim ki; sen aksi yönde bir arzu beyanında bulunmadığın sürece elektrik akışında hiçbir problem yaşamayacaksın.

     -Fakat sen kimsin? Adın ne?

    -Benim bir adım yok. İşin aslı, seninle aynı türün ürünleriyiz fakat sen ve ben, aynı zaman dilimine ait değiliz. Senin beni ve toplumumu tanıman için üç milenyum kadar daha hayata tutunabilmiş olman lazımdı zamana dair kavrayış düzeyinle. Öyle ki; senin yaşadığın çağda ilk atalarımız -bizler öncüler olarak adlandırıyoruz onları- ne kadar ilkel görünüyorduysa gözüne, sen de aynen öyle gözüküyorsun şu an itibariyle benim algı penceremden. Bizler, her biri birden çok ömür görmüşleriz. Bu deneyimi sağlamak için uyku halini kullanıyoruz. Doğru yönlendirmelerle, uykuya dalmadan önceki birikimi geride dünyanın tüm zamanlarında ve mekanlarında yaşanması mümkün hayatların tamamını deneyimleyebiliyoruz. Her dönüş sonrası, bu deneyimlerin tamamına eksiksiz biçimde sahip olarak uyanıyoruz. Bu bize türümüzün geçmişini eksiksiz biçimde çalışmak imkanı sunuyor ki; böylelikle zihin üzerinde yaptığımız çalışmalara veri toplamış oluyoruz. Bu sayede aştık bedenin, daha doğrusu en yırtıcı tür olmanın bağlayıcılıklarından. Buna tarih boyunca teşebbüs eden öğretiler de oldu esasında ama söz konusu atılımın geriye dönüşle veya yok edilememiş bir canavarın hapsiyle mümkün kılınması söz konusu değildi. Bu nedenle başarısız oldular. Elli beş yıllık mahrumiyetlerini küçük çocukların çığlıklı ırza geçilişlerinde, boğazlanıp afiyetle yenilen yarı çiğ hayvanların son nefeslerinde veya bıçak saplanmış karınlarda, boğazlarda sonlandıran adanmışlar gördük çağlar boyunca. İsimleri miras olmaktan çıkıp leke oldu her birinin. Hiçbirimizin isim kullanmıyor oluşu da bundan ileri geliyor. Karşılanması icap eden gereksinimlerin boyunduruğundan kurtuldukça ihtirasların üzerine bina edilmiş güç ilişkileri de, bu yapının korunumu ve işlerliğinden emin olma ihtiyacı sonucu doğmuş düzen arayışı da yersiz, işlevsiz ve bağlamsız bir hal alarak bir ayak bağına dönüştü. Elbette tüm yeter şartları sağladıktan sonra dahi bu habis urun yüreklerden sökülüp atılması birkaç yüzyıl aldı. Çağımızın anlatım biçimine uygun düşmese de bu tabir döneminizin ayak basanları için uygun düştüğü için böyle ifade ediyorum ayrıca, kafan karışmasın. Aklın gizinin çözülmesinden çok önce bu gibi anlaşılmaz durumlarla kabuğunuzun kan dolaşımından sorumlu organlarınızı ilişkilendirdiğinizi bilerek konuşuyorum. Seçtiğim hayatlardan birisi de 1986 yılında İzmir / Türkiye'de yine kadın olarak doğduğum bir hayattı. Eğlenceli bir hayattı...

   -Bir dakika, bir dakika! Kaç hayat yaşamaktan söz ediyoruz burada tam olarak? Ayrıca yaşanabilecek tüm hayatları yaşadıktan sonra ne oluyor? Yani nereye vardırıyorsunuz bu işi, nihayeti nedir?

       -Tüm yaşamların sayısı yaklaşık üç yüz elli yedi milyar dört yüz seksen beş milyon sekiz doksan iki bin altı yüz dokuz bizim çalışmalarımıza göre. Sayaç asrı dediğimiz değişim dalgasının sonundan itibaren ölüm ve doğum meselesi sonladığı için artık, en azından şimdilik, yaşanabilecek yeni bir hayat yok. Bizim nüfusumuz ise toplamda bir milyar yüz doksan bin otuz dört.

     -E o halde yaşanabilecek bir milyar yüz doksan bin otuz üç hayat daha kalmış olmuyor mu herbiriniz için?

      -Görüyorsun ya, sakin kalıp bir adım geriye çekildiğinde daha berrak bir görüye sahip oluyor insan. Bizim hayatlarımızı yaşayıp bitirdikten sonra kendi döngümüze alacağımız ilkeller arıyoruz. Bunun bize perspektif kazandırarak bizi bir adım öteye taşıyacağına dair bir inanç taşıyoruz. İnanç dediğime aldanma tabii, inanç diye bir şey de yok yaşantımızda. Daha önce de söylediğim gibi, sezgi yoluyla elde edilebilir bilgiler bunlar senin için ama yine de temkinli olmakta fayda görüyorum aklını bulandırmamak için. İnsan olarak, insan yaratımı olan kavramları dışlamakta evrimimizin hangi fazında olursak olalım zorlanmaya devam ediyoruz gördüğün gibi. İletişim ve etkileşim kurma yöntemlerimizin karmaşıklığı dolasıyla bundan kaçış gözükmüyor ufukta. Uykusuz zamanlarda bizler de aynı sorunu yaşıyoruz tıpkı binlerce yıl önceki atalarımdan olan sen gibi.

    -Ben sorun falan yaşamıyorum, neden bahsediyorsun sen?

    -Öyle mi? Herkes, her şeyi senin yaşadığın gibi görüp öyle kavrıyor yani?

  -Elbette hayır. Herkesin kendi değerler sistemi var, onların ardından görüyor olup bitenleri. Söylemek istediğim, benim bununla bir problemim olmadığı.

   -O zaman iyi dinle. Bedenin acılı bir ölümle tanışmadan önce halanla birlikte Çanakkale'de kalıyordun yazlık evde, doğru mu?

     -Evet.

     -İnançları gereği açık seçik ortalıkta gezdirilmesinin onları rahatsız edeceğini düşündüğün bir şişe şarabı da arabanda sakladın onlar derin uykulara dalıp seni ayıplayamaz, kınayamaz konuma varıncaya dek. Bir eksik var mı buraya kadar?

     -Hayır, hayır. Eksik falan yok. Yalnız biraz daha monolog olarak götürsen şu kısmı da, bu eslerle vakit kaybetmesek. Eksik aktardığın bir şey olursa ben araya girerim. Ne dersin?

     -Pekala. Saat on civarında bir kadın arkadaşın aradı, epey yakınlarda bir yerlerde olduğunu, gelip ulaşımına yardımcı olursan geceyi seninle geçirmekten zevk duyacağını belirtti. Detayları atlıyorum, tıpkı senin tereddütsüz arabaya atlayıp onun yanına gitmek niyetiyle yola çıktığın gibi ben de bu detayların varmak istediğimiz yere giderken bizi yol üstünde geciktiren, oyalayan, amaçtan saptıran şeyler olduğunu düşünüyorum. O yüzden doğruca sadede gelelim. Sen öldün, o virajın çıkışında çarpıştığın kamyon şoförü sarhoştu direksiyon başında ve yan koltuğunda da on yaşındaki çocuğu vardı. Emniyet kemeri takmıyordu, çarpışmanın etkisiyle ön camdan fırladı. Beş metre ötede bir kayanın yanında, kafatası yedi buçuk santim civarı açılmış, beyni etrafa saçılmış, vücudundaki tüm kemikleri harap olmuş bir vaziyette buldular onu. Çağının vebasının damadı eliyle kontrol ettiği televizyon kanalında kaza haberinin odak noktası o çocuktu, senin arabandaki şarap şişesini çekerek verdiler ilk görüntüleri. Birkaç fotoğrafını buldular elinde bira olan. Seni çağıran o kadın çok ağladı, "Orospu çocuğu!" dedi, iradesizliği yüzünden beni küçücük çocuğun kanına soktu. Ekranları başında herkes fotoğraflarına nefretle baktı. Sevenlerin bile hatırana mesafeli kalmak zorunda kaldı. Annen bile! Yaptı bir hata, Allah affetsin dedi arkadan. Hata yapmış mıydın? Sanmıyorum. Çocuğunu öldüren bir baba seni çekip yaşantından dünya üzerinden gelip geçmiş bir başka lekeye, silik bir ize dönüştürdü. Oysa sen o şarap şişesiyle tam da bunlardan kaçırıyordun kendini o torpido gözünde o otomobilin. Kaçışsız, sakınmak imkanı olmaksızın yüzleşeceksin bunlarla.

    -Nasıl peki?

   -Düşünme artık bunları, öldün nihayetinde sen. Son buldu bu tip ihtiyaçların sen ölünce. Bir başka hayatta bulursun çözümünü belki, en azından sorunun ne olduğunu biliyorsun artık. Her şeyi ben anlatamam, kaçışsız yaşayacaksın bazı şeyleri.