14 Temmuz 2014 Pazartesi

Kadınlar Sur'a Üflüyor



  Elinde çiçek
  Dudaklarında tanıdık bir ıslık
  Bir adam, felaketine yürüyor
  Çeki düzen vermiş kendine
  Gömleği ütülü, pantolonunda leke yok
  Saçı taralı, yüzü tıraşlı
  Özenle muhafaza edilmiş toplumsal parametrelere göre
  Yakışıklı bile sayılır
  Öyle ferah yürüyor ki
  Göklerden süzülen bir keçi gibi
  Öngörüsüz ve neşeli, adım sayıyor
  Bir adam, şahsi kıyametine doğru ilerliyor

  Bu adam, çok okumamış, belli
  Okusa bilirdi;
  Tanrı da İsa'yı çok severdi
  İsa;
  Damarlarında paslı çivi,
  Şaklayan kırbaçların parçaladığı bir deri,
  Öyle uzaktan, merhametsizce izlerken sevdiği
  İnleye inleye can verdi.
  Okusa bilirdi...




12 Temmuz 2014 Cumartesi

Kırık vazo / Boş şişe



  Bengi su sızıyor bacaklarının arasındaki yarıktan
  Yine de büsbütün ciddi bakıyorsun
  Şu pahalı paçavralara bürünmüş adamın ardından
  Evet, koluna girdiğin şu kürsü kılıklı orospu çocuğundan
  Ondan bahsediyorum
  -Seyircilere döner, domalır bunlar
   Üstlerine pelerin örterler, lacivert
   Sırtının kamburuna mikrofon kondurur bunlar
   Sözcü, inatçı, cambaz ve dalkavukturlar
   Çiftlik evine kapatır seni, metres yapar
   Bütün gün yapayalnız kalır, camdan avluya bakarsın
   Avluda bütün gün aynı tavuk turlar
   Delirir, saçlarını yolarsın-
   Eh, ne diyeyim
   Yine de sen bilirsin.

  Hiç şehir gezmemiş, stajyer bir seyyahsın
  Ağzında her daim gitmek gargarası
  Takatine ve ayaklarına çiviler çakmışlar
  Gidemiyorsun, sabitsin
  Sen şimdi, dibinde su kalmış kırık bir vazosun
  Ona değer veren formunu yitirmiş bir seramik
  Kül çırpılmış içine, birikmiş zift ve izmarit
  -Oysa çiçek çeker gönlün ya
   Kırılmak pahasına uçmak hevesinde kabahat
   Kumarbaza paye vermez dünya-
   Eh, ne diyeyim
   İnatçının birisin.

/

  Sol kolunu masaya koyup yastık yapmış
  Dayamış üstüne alnını
  Sağ eli ensesinde
  Saçları yağlı ve vıcık vıcık terli
  Bir sigara yanıyor,
  Sağ elinin işaret ve orta parmağının arasında
  Yanlış açıdan bakanlar kafasından duman çıktığını sanıyor
  Derken ileride bir patırtı kopuyor
  "Eyvah, yetişin, yandı adam, alev alıyor!"
  Yok ulan diyor beriki, sigara içiyor
  Gösterip yatıştırıyor herkesi
  Adam hiç oralı değil
  Önünde boşalmış bir büyük rakı
  Tabakta tek parça peynir
  Pilakiden arta kalan
  Zeytinyağı, su ve pişmiş soğan
  Bir sigara paketi, buruş buruş
  Bir de dergi var ötede
  Onikibuçuk fonta onikibinbeşyüz vuruş
  Adam hiç oralı değil
  Arada bir kaldırıp kafasını
  Sigaranın götünü öpüyor
  Tekrar yatıyor, sallıyor kafasını, sövüyor
  Durup durup bir kadını övüyor
  Adam elemden ölüyor
  Kimse hiç oralı değil
  -Ateş sıçrar, elem kütlesinde erir
   İnsanlar bencildir-

 
 
 
 
 

10 Temmuz 2014 Perşembe

Menşei İtalyan İrlandalının Sonesi


  Kırıp bir fıçı birayı, kafamızdan aşağı tutsak mı?
  Böyle anlarda ben hep İrlandalıyım
  Çin'de de, İran'da da ben hep İrlandalıyım
  Şu İrlandalılar sevgilim, hep tutsak mı?

  Başka, daha küçük bir dünya kursak mı?
  Seninle diyorum, gel zindan boyayalım
  İsyan ateşi yakıp zindanı boylayalım
  Hevesin trafik çilesi, şu dar boğazın adı kursak mı?

  Boktan kanunlara, yönetmeliğe uygun adımlara
  Ve pek tabii ki; yönetmelik kokan o kadınlara
  Kaybettik!

  Kalabalıkların izdihamına, ihtişamına ve gölgelere
  Kaybettik!
  Kanaya bölüne hapsolduk, mağluplara tahsis o bölgelere

6 Temmuz 2014 Pazar

Örtünmeyin!


   Eski bir Yahudi efsanesine göre; her kuşakta, dünyayı ayakta tutacak otuz altı adil insan bulunurmuş. Modern çağlarda yeni bir kuşağın peyda olma hızı, geçmişle, özellikle de bu efsanenin dillendiği yıllarla kıyaslanınca hiç kuşku yok ki; çok daha yüksektir. Bu durumun yorumunu nasıl yapacağınız hayata neresinden tutunduğunuzla alakalı olacaktır elbette. İyimserseniz; altmış yıla on-on iki parti adil otuz altı sığacağını düşünüp gelecek adına umutlanabilirsiniz. Kötümserseniz; bir kuşağa en az bir milyon adil gerekeceğinden hiçbir gücün bu toplumu ayakta tutamayacağına varana dek, sizi bilincinizden rahatsız edecek pek çok varsayımda bulunmanız mümkündür.

     Bilincinizin; o bilinç ki sizin düşmanınızdır, her defasında yıkıp yeniden, en baştan inşa etmeniz gerekir; size bu mit özelinde ne gibi bir sonuç sunduğu ile ilgilenmiyorum. Orası; sizin bileceğiniz iş. Bu söylence ile ilgili dikkate alınacak bir şey varsa şayet -olmaması ihtimali de yüksektir-, o da toplumları gerçekten adil insanların ayakta tuttuğu gerçeğidir. Ayakta tutmak... Kafanızda ne canlandı bilmiyorum, fakat bende çok da olumlu şeylere işaret eden bir kelime grubu izlenimi yaratmıyor ayakta tutmak. Bir eksiklik, bir kusurluluk, yetememezlik durumu söz konusu olmalı; aksi takdirde niçin ayakta tutulmaya ihtiyaç duyulsun ki? İnsan; büyük bir yanılgıyla insani sözcüğünü övgü olarak kullanan insan; dimdik ayakta durmak üzere var olmamış mıdır? Sanmıyorum. Öyle olsaydı; hiçbir vahşeti insanlık dışı olarak nitelendiremezdi. İnsanlık denilen o kavramın tam da ortasına düşer çünkü aslında insanlık dışı diyerek halının altına süpürmek istediğimiz tüm pisliklerimiz. Bu evin hangi penceresinden bakarsanız bakın; manzara değişmeyecektir. Öyle ki; sizin tesirine olan sonsuz inancınızla yaptığınız sihirli dokunuşlar bütüne -bütün ki; düşmanınızdır, sizi bir parçası olarak değil, avı olarak görür- şekil veremezler. Adil insanlar; bütüne "Hey, yeter artık. Bugün de karnını doyuracak kadar hayatın ırzına geçtin ve bütün bu tecavüzleri örtecek uygun örtüleri sana sunduk. Fazlasını gizlemek güç." diyen seslenen bok çuvallarından başka bir şey değillerdir. Örtüleri kaldırıp baktığınızda; mağdurdan önce tanrıyı görürsünüz. Kanunu, ahlak kurallarını, hukukun üstünlüğünü ve burada dillendirmeye değer bulmadığım daha pek çok deli saçmasını... Mağdura ulaştığınız zaman, deşilmiş karından dışarı sarkmış bağırsakları, yuvalarından çıkartılmış gözleri, dağlanmış etleri, ezilmiş kafataslarını ve yere dağılmış haliyle kitaplara konu olan mükemmelliğinden oldukça uzak gözüken beyni gördüğünüzde, korkunç bir bulantı ve tiksinti ile tekrar örtüyü örtmek isteyeceksiniz. İşte orası dostlar; orası büyünün bozulduğu yerdir. Artık örtü yoktur ve önünüzde bütün azametiyle iki kuru seçenek uzanır. Ya yaygaracı olursunuz; ya da terzi. Alır elinize tanrıyı, ümmet/cemaat bilincini, mezhebinizi, devletin bekasını, vatanın bölünmez bütünlüğünü, toplumun çıkarlarını veya vakıaya uygun herhangi bir başka kumaşı -terziler; doğru malzemeyi seçmekte mahirdir- ve yeni bir örtü dikersiniz. Bütünlüğünü kaybetmiş, tiksinti uyandıran insan bedenleri görünmez olur, çürümenin sebep olduğu koku kaybolur ve sizler de adil birer terzi olmuş olursunuz.

     Örtünmeyin! Bu sizi adil olmaya yaklaştıracak yegane yoldur. Kumaşı ve ipliği tanıyın, ama çıplak kalın. Bizi -biz ki bilmeyiz kaç kişiyiz- efsanesi olan bir topluluk olarak altında toplayacak bir ismimiz olmasa dahi; bir efsane yazmaya gücümüz yetebilir. Bir terzi; çıplaklığı göze aldığı nispette tüm söküklerini dikebilir.

27 Haziran 2014 Cuma

Kaplumbağa


  Bir kaplumbağa, evini taşıyor sırtında
  Evini yaktılar, delirdi
  Bir kaplumbağa, yangınıyla belirdi rıhtımda.
  Söylendi söylenecek her şey, bir kaplumbağaya dair
  Kaplumbağa dediğin işte;
  Ağırdan almakta mahir.
 
  Bir kaplumbağa, sakal bırakmış, elleri kafasında
  Bira içiyor...
  Bir kaplumbağa, kederden ölebilirmiş aslında.
  Söylendi söylenecek her şey, bir kaplumbağaya ilişkin
  Kaplumbağa dediğin işte;
  Evliya yarısı, yalnız biraz daha pişkin.
 
  Sik anasını be kaplumbağa!
  Yürü, durma, sakallarını kaşı
  Durursan sancını hatırlarsın
  Hatırlarsan ölürsün, zayıfsın.

  Sik avradını be kaplumbağa!
  Traş olma, sakalların biriksin
  Ağla, düşkün ol, utanma!
  Sen ilk değilsin...


  Delirmeyip de ne yapsın hayatı boyunca sığınma telaşı yaşamamışlar, yangınlar bulduğunda kapısında. Biraz anlayış, biraz inanç... Rıfkı! Bana bira getir, kaplumbağaya rakı; içeceğiz. Siz inanmıyorsunuz ama biz elemden öleceğiz. Ağırdan alıyoruz yalnızca. 

Mütevazi Bir Mezar Soygunu

    -Altı gün önce İstiklal Caddesi'nde rastladım Jonathan Swift'e. "Neredeyse 284 yıl oldu seni görmeyeli, ne var ne yok?" dedim. Ayak üstü nominal değerlerden, kenelerden ve yamyamlıktan söz etti. "Dur!" dedim. "Dur. Tahammül sınırlarımı zorluyorsun. Az ileride çok güzel şişelenmiş delilikleri ve harika peynirleri olan bir yer biliyorum. Orada konuşalım bunları."

      Oturduk. Birer kadeh rakı ve bir parça peynir söyledik. Ben çift buz attım, o ne buz aldı ve ne de su koydu. "Su akıldır. Delilik ile akıl karıştırılmamalı." dedi. O sırada on sekiz yaşında olduğunu tahmin ettiğim, kumral bir kız geçti yanımızdan. Yeşil, kolsuz bir bluz giymişti. Şu göğsün altıda ikisini dışarıda bırakan askılı bluzlardan. Jonathan kızın göğüslerine yiyecek gibi baktı, baktı, baktı... Uzandım, peçetelikten bir peçete çekip dudağının sağ alt kısmından aşağıya süzülmekte olan bol kabarcıklı salyayı sildim. Güldü. Kadehimin yarısını kafama diktim, kadehi masaya koyduktan sonra hiç yüzüne bakmadan "Biliyor musun, şu kanunlar ile ilgili söylediğin şeyler gerçekten çok sıkıydı. Kanunlar ile ilgili algı dengesizlikten de öte gerçek dışı bir algı ve sen bunu yıktın. En azından seni tanıyanların nezdinde." dedim. Uzandı, çatalıyla peynirin kenarından bir parça kesti, çatalını sert bir hareketle peynire sapladı ve aceleyle ağzına götürdü. Peyniri ağzından gevelerken "Bilmiyorum. Daha doğrusu, hatırlamıyorum. Ne demiştim?" dedi. Aklının hala kumral kızın göğüslerinde olduğu çok açıktı.

        -Kanuınlar örümcek ağına benzer. Onlar nasıl yalnız küçük sinekleri tutar da, arıları ve eşek arılarını yakalayamazlarsa; yasalar da aynı. Küçük suçları tutar, fakat büyük suçları serbest bırakır veya bu minvalde bir şeyler. Emin değilim.

        -Ben de.

        -Bu arada, unutmadan söyleyeyim. Mezar taşını çalacağım. Buradan kalkar kalkmaz, bu işi halletmek üzere yola koyulacağım. Haberin olsun.

        -Mezar taşımı mı? Niçin?

        -Çünkü yamyam orospu çocuğu, sen 1729 yılında o taşa sahip olma hakkını  kaybettin. Ne huzursuzluk içinde kıvranıp durduğun istirahatgahının yerinin bilinmesini hak ediyorsun ne de o taşın üzerinde yazan yazıyı!

        Kısa bir sessizlik oldu masada. Geri kalan rakıyı da tek nefeste mideye indirip boş kadehi garsona göstererek bir tane daha getirmesini istedim. Ağzıma büyükçe bir beyaz peynir parçasını, biraz da zorlanarak tıkıştırırken Jonathan'ın kalktığını gördüm. Göz ucuyla ona baktım, göz göze geldik ama hiçbir şey konuşmamayı tercih ettik. Sessizce uzaklaştı ve bir dakika içerisinde sokağın sonundan sağa dönüp gözden kayboldu. Bir erkeğin bir şairin kalbini kırdığı pek sık görülen bir şey değildir. Benim için de iki farklı açıdan yepyeni bir deneyim oldu. İlk defa bir şairin kalbini kırdım ve ilk defa bir yamyama siktir çekebilme fırsatını yakaladım. -Genel kanının aksine en büyük yamyamlar beyazlardır. Zaruretten değil, tembellikten veya bencillikten ötürü yamyamlaşırlar.-

        İkinci kadeh geldiğinde önümüzdeki bir kaç günü tasarlamaya başlamıştım bile. Bir yandan yapacaklarımı planlarken bir yandan da ağır ağır rakımı yudumladım. Son peynir parçası ile son yudumu denk getirecek kadar özenli davrandım. Cüzdanımı çıkardım, bir ellilik çektim içinden, boş peynir tabağının üstüne koydum. Üstüne de uçmasın diye tuzluğu ve peçeteliği yerleştirdim ve oradan ayrıldım.








                60 gün sonra...








           Hava alanında kontrol noktalarından bavulumda bir mezar taşı ile geçemeyeceğimi bildiğim için araba ile gitmeye karar verdim. Yemek ve tuvalet hariç hiç durmaksızın git gel yirmi günlük bir yolculuk, tam bir ay süren planlama aşaması ve on günün sonunda ancak muvaffak olabildiğim sıra dışı bir mezar soygunu.

             İngiltere ve İrlanda basını uzun bir süre benim planımı, tam olarak neyi amaçladığımı ve kim olduğumu da anlamaksızın konuşup durdu. "İrlanda polisi "Gülliver'in Gezileri"nin yazarı, Jonathan Swift'in mezar taşının ve aynı mezarlıkta bulunan Ian Ryan isimli yeni gömülmüş bir bebeğin cesedinin çalındığını duyururken, bu iki hırsızlık arasında bir bağlantı bulunamadığını ancak araştırmaların sürdüğünü belirtti. Ian'ın annesinin bir dilenci, babasının ise bir yan kesici olduğunu saptadıklarını ancak soruşturmanın buradan ileriye gidemediğini de ekledi." şeklinde duyurmuştu haberi The SunTelegraph ise olayı tam bir sapıklık olarak nitelemiş ve kimin, hangi  nedenle böyle bir manyaklığa imza atabileceğini açıklamaya çalışan bir kaç köşe yazarının makalesine yer vermişti.

             Onlar tartışadursunlar, ben arabamla İstanbul'a varmıştım. Gece ikiye doğru tekrar yola çıktım, Karaca Ahmet Mezarlığı'na vardığımda saat iki buçuktu. Önce çürümeye ve kokmaya başlayan bebeğin cesedini ve küreğimi bagajdan alıp doğruca mezarlığa daldım. Bebek mezarı kazabilecek büyüklükte bir boşluk bulduktan sonra aceleyle bir çukur kazıp huzursuz ettiğim yavrucağı çarçabuk, biraz da baştan savma bir biçimde defnettim. Ertesi gün civardaki mermer ustalarından birisinin kapısını çaldım, geçtiğimiz günlerde zalim bir annenin çöp kutusuna attığı yeni doğmuş bir bebeğin cesedini bulduğumu, bebeği otopsi raporu ve benzeri bürokratik işlemlerden sonra polisten ve diğer resmi makamlardan izin alarak kendim defnettiğimi söyledim. Daha sonra ona bagajımdaki mezar taşını göstererek "Alelacele ona bu mezar taşını yaptırdım ancak kabrinin etrafı çevrili olsun, gelip geçen üstüne basmasın, yeri belli olsun istiyorum. O yüzden size geldim." diye de ekledim. Olayın karmaşıklığı ile benim tutarsız konuşmalarım örtüşmüş, usta hem inanmış hem de dertlenmişti. Beni içeri buyur etti, çırağını çağırıp birer çay söyledi. İçerideki toz bulutu nefes almayı güçleştiriyor ve gözlerimi yaşartıyordu. Bu durumun mevcut yalanımı inandırıcı kılacağının farkına varıp rahatlayarak konuşmaya başladım. O anda tasarladığım bir çok yalanı peşi sıra anlatırken tutuklaştığım, kendi hikayemi kaybettiğim noktalarda gözlerimi ovuşturarak kederli bir tavır takınıyordum. Bir kaç bardak çay içtikten ve insanlığın ne kadar kötü bir noktaya gittiğini, kıyametin yakın olduğunu konuştuktan sonra usta ile anlaştık, üstelik usta bu işten para almayacağını söyledi. Bir süre ısrar ettimse de onu ikna edemedim, "İnsanlık ölmüş olabilir ama biz daha ölmedik Allah'a şükür." diyerek konuyu kapattı. Mezarın başına beraber gittik, ölçüler alındı, ertesi gün için sözleşildi. Ertesi gün de usta bir saatlik çalışma ile küçük mezarın etrafını kaliteli bir mermer ile çevirmiş, başına da küçük mezara oranla çok ama çok büyük olan mezar taşını dikmişti. Bu uyumsuz görüntü gelip geçenlerin o mezara bakmaktan kendilerini alıkoyamamalarını sağlıyordu ve mezar taşının üzerinde yazan yazı belleklere kazınıyordu. Aradan bir ay geçtiğinde; o gün, o mermer ustasına uydurduğum yalan dilden dile yayılmış bir şehir efsanesi olmuştu. Karaca Ahmet Mezarlığı'na gelen insanlar, tıpkı bir yazarın, oyuncunun, önemli bir alimin, bir siyasi liderin mezarını ziyaret eder gibi Ian bebeğin mezarını ziyaret eder olmuşlardı. Tabii ki; adının Ian değil Masum olduğunu sanıyorlardı ancak bunun benim için bir mahsuru yoktu. Ve mezar taşında yazan o anlamlı yazıyı herkes ezberlemişti:


        "Burada, vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri yatıyor."



Not: Jonathan Swift ile benim aramı açan o hadiseyi -1729'ta ne olduğunu- merak edenler için Swift'in "Mütevazi Bir Öneri" olarak nitelediği fikirleri ile sizi baş başa bırakıyorum: http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663

Melodram


   Kadıköy, Kadife Sokakta'ydım o akşam. Yaklaşmakta olan yazın provası niteliğinde, sıcak bir bahar akşamıydı. Her zamanki gibi Agapia Meyhanesi'ndeydim. Kapı önüne atılmış masalardan birine kuruldum, anzarot ve pilaki söyledim kendime. Önce biraz pilaki, sonra bir yudum rakı. Gerisi çorap söküğü... En azından rutinim böyle idi, o güne kadar hep böyle yapmıştım. O gün, her zamankinden çok da farklı olmayan bir topuklu ayakkabı tıkırtısı için kaldırdım kafamı kadehimden ve onu gördüm. İlk bakışta bu masaların gediklisi kim varsa hepsini en az bir kere kanatan, tek sermayesi endamı olan kadınlardan biri zannettim. Gözümü alamadım, bakmaya devam ettim ama kafamda bu düşünce vardı. Tahminim o ki; göz bebeklerimden de şaşkınlıkla karışık bir şehvet taşıyordu dışarıya ona bakmayı sürdürürken. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Allah'ım ne yürümek! Saçını şöyle bir savurdu geriye doğru, bakışlarını ileriye dikti. Kesişti! Bakışlarımız kesişti! -Trenler çarpışıyor midemde.- Ve göz bebekleri, kızın göz bebekleri pikap iğnesi. Gözlerime değer değmez o tozlu plak dönmeye başlıyor: "Hangimiz düşmedik kara sevdaya? Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?" 

  
     Gülüyor! Allah'ım kız gülüyor! İstiridye dudaklarının içinde inciler parıldıyor. Yanımdan geçip gitmeye yeltenirse bileğinden yakalayıp "Pilakimi ye, rakımı iç. Sigaramdan da yakarsın. Külünü avucuma döker, izmariti gözüme basarsın."diyeceğim. Gitmekte ısrar ederse "Bütün iç savaşları bitiririm. Bir hafta ver bana. Asgari ücreti üç bin lira civarına çeker, özel tüketim vergisini kaldırırım. Seni tiksindiren her gökdeleni yıkar, yerine ağaçlar dikerim. Yeter ki; otur masama, cennet ile müjdeleneyim." demeyi tasarlıyorum. O esnada incilerin arasında yankılanan bir melodi duyuluyor, elimde avucumda kalan aklım ile bunun bir arpa ait olduğunu güçlükle fark ediyorum. 

-Merhaba. Bugün benim doğum günüm. Arkadaşlarım gelecek, birlikte bir şeyler içip kutlayacağız. Onları burada bekleyebilir miyim?

     Bir nutku tutulmuş "Tabii ki." palas pandıras dışarı atıyor kendini dudaklarımın arasından. Tekrar dönüyor tozlu plak. "Doğum günün kutlu olsun, mutlu ol senelerce!" Gülümsemek için bütün ömrüm boyunca bu anı beklemiş gibi içten bir tebessüm ile "İyi ki; doğdun! İyi ki; arkadaşların dakik değiller!" deyip kadehimi hafifçe kaldırıyorum. Aklımdan ne var ne yok hepsini tek dikişte mideye indirmek geçtiyse de, derli toplu bir yudum ile yetiniyorum. Kadehi masaya bıraktıktan sonra dirseklerimi masaya koyup hafifçe ona doğru eğiliyorum, kendi yarattığı melekleri takip edememiş tanrı edasıyla fısıldıyorum: "Adın ne?". "Buse, senin adın ne?" diyor ve ben bütün dünyayı maviye boyuyorum. O anki gülüşünü, onun için arakladığım elma şekerini yerken komşu kızı Nihan'ın suratında görmüştüm en son. Bundan yirmi sene önceydi. Plak tekrar dönüyor:

"Well, ı hope ı don't fall in love with you. Cause falling in love just makes me blue."

    ...
    ...
    ...

    O akşam, Buse'nin arkadaşları gelmediler. Onlar gelmediler ama Buse o gece benimle geldi. Ondan sonraki iki buçuk yıl boyunca milyonlarca şarkı dinledim o tozlu plaktan. Sokakları, pilakiyi, çiçekleri, rakıyı, parkları, arabaları, ayakkabıları, bardakları, yastıkları, yatakları, çarşafları maviye boyadım iki buçuk yıl boyunca. Hatta gökyüzü ve denizin bile üstünden geçtim bir kaç defa. Daha sonra gitti. Ardında mavilikler ve melodiler bırakarak uzaklaştı. Gidişini izledim. Çok daha mucizevi bir şeyler yaşanacak sanıyordum, gök yarılacak mesela, özenle gizlediği haresi kafasında belirecek, açıp kanatlarını; sağ kanadıyla Üsküdar ahalisini, sol kanadıyla ise Kadıköy ahalisini şu Ağustos sıcağında serinletecek bir gölgelik oluşturacak. Yanaklarından aşağıya yaşlar süzülürken gülümsedi. Son bir defa istiridye-inci, ondan sonra boyuna anzarot-pilaki, anzarot-pilaki! 

       Çok daha mucizevi bir şey bekledim. Oysa o sarı dolmuşa bindi. Ve plak tekrar döndü:

    "Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın. Denizler ortasında bak, yelkensiz bıraktın. Ah! Öylesine yıktın ki; bütün inançlarımı." -Bütün erkekler, sevdiği bir kadın varken dünyayı daha güzel bir yer yapmak hevesine kapılırlar.- Belki de Münir abinin inançlarını yıkan da bu hevesinin kursağında kalmasıdır, kim bilir.

      Her ne ise; plak tekrar döndü: "Ver bana düşlerimi. Ver bana gülüşlerimi."

    Sonra tekrar döndü: "Yalnızım ben, tutun elimden! Nedendir bilmem, hep yanlışım; yanmışım ben!".

      Tekrar: "Adio, adio querida. No quero la vida, me l'amagrates tu.".

   Tekrar: "E tu dice; "Io parto, adio!", t'alluntane da stu core, da sta terra de l'ammore, tiene ho corre 'e nun turnâ?".
 
     Tekrar: "Gözlerim yollarda, kulağım seste, günlerdir kapımı çalan olmadı."

     Tekrar, tekrar, tekrar... Parça parça delirmek bu benimkisi. Tekrar!

       

   

Şarkılar: 

-Müslüm Gürses - Hangimiz Sevmedik?
-Ahmet Kaya - Doğum Günü
-Tom Waits - I Hope I Don't Fall in Love With You
-Münir Nurettin Selçuk - Beni Kör Kuyularda
-Yaşar Kurt - Ver Bana Düşlerimi     
-Can Gox - Yalnızım Ben
-Yasmin Levy - Adio Kerida
-Luciano Pavarotti - Torna a Surriento  
-Zeki Müren - Yorgunum

Gerçek değilim ben!


  Çirkin,
  Çok çirkin...
  Ama;
  Sayfayı boş bırakacak kadar midemi bulandırmadı henüz dünyanın çirkinliği
  Daha çok kekelemeye meyilliyim
  Şu çok iyi bilinsin ki;
  Gerçek değilim ben,
  Hayatın ağzında kulaktan kulağa yayılan bir söylentiyim
  Hepsi bu.


Ve bu şiir değil esasen; bu çöp
Şiir, kendi kendine yanan çalı
Şiir, masum bileğe vurulan çivi
Şiir ki; göklerden indi,
Gömülmesin diye kız çocukları diri diri!

Heyhat!

Şiirlerin kaderidir,
Çok sevilir, çok okunurlarsa;
İçleri boşalır, yozlaşırlar
Ve yerlerini yenileri alır
Tedavülden kalkmak değil de,
Hacim kaybetmek belki
Tesadüfen öğrendiğim bir şey, emin değilim.

Berbat!

Şiir şimdi bir isim ki;
Değdiği dudağa yangın
Şiir şimdi bir isim ki;
Zelzele!
Şiirimi benden çaldılar anne!
Aldılar,
Yıkadılar,
Kefenlediler,
Gömdüler,
Ardından dua okudu efendiler.

Bedbaht!

Bir sokak çocuğu şiir,
Büyüyecek,
Erişecek alfabeme kıyısından.
Alfabemi yağmala çocuk!
"Z" harfini çal mesela,
Hakkındır.

Başı yerde yaşayanların ülkeleri -Amin Maalouf-


   Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir -koca koca laflar etmeye meraklı siyasetçiler ne derse desin-. "Ülken senin için ne yapabilir diye sorma, sen ülken için ne yapabilirsin, onu düşün." Milyardersen, üstelik kırk üç yaşında ABD başkanı seçilmişsen bunu söylemek kolay! Ama ülkende ne çalışabiliyor, ne özgürce oy kullanabiliyor, ne görüşlerini ifade edebiliyor, ne de sokaklarda dilediğin gibi dolaşabiliyorsan, John F. Kennedy'nin bu meşhur sözü kaç para eder ki? Beş para etmez!

    Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde yaşamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu olsun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum.

.
.
.

   İnsan geçmişin yok olması karşısında kolay avunur; asıl kaldırılamayan, geleceğin yok olmasıdır. Yokluğu beni üzen ve aklımdan hiç çıkmayan ülke, gençliğimde tanıdığım değil, gençliğimde hayalini kurduğum ve asla güneşin altında yerini alamayan ülkedir.

   Bana, bizim Doğu Akdeniz böyledir, değişmez, hizipler, iltimas, rüşvet, edepsiz bir nepotizm* her zaman olacak, buna alışmaktan başka bir seçeneğimiz yok deyip duruyorlar. Bütün bunları reddettiğim için de kibirli olmakla, hatta hoşgörüsüzlükle suçlanıyorum. Ülkesinin bu arkaik yapıdan biraz olsun çıkmasını, yozlaşmanın ve şiddetin azalmasını istemek kibir sayılabilir mi? Üstünkörü bir demokrasi ve hep kesintiye uğrayan bir barışla yetinmek istememek kibir veya hoşgörüsüzlük diye algılanabilir mi? Eğer öyleyse kabul, günahı boynuma, ben kibirliyim ve onların faziletli tevekkülünü lanetliyorum.

Amin MAALOUF'un "Doğu'dan Uzakta" isimli kitabından...
 

Tekrara düşüyor-um/lar


   Tekrara düşüyorum: Şarkılar kaç başka kadını söyler sofralarda, bilinmez. Bir isim kaç dile nağme olur, bir dil tek nağme ile kurur veyahut uç durumlarda rakı içen çeker en güzel notasını alnının çatından vurur.

    Bir İspanyol çingenenin "ah"ında kendimi bulmamın da bunda etkisi olduğu aşikar.

   "Uzun vadede, Adem ile Havva'nın tüm evlatları yitik çocuklardır."diyebilmiş adam, yazarlık vasfının yanı sıra; bir bilgelik vasfı da kazanmıştır yüksek olasılıkla.

    Tekrara düşüyorum, bir defa daha: Önemliydik, unutulduk. Sonuna vesaire eklenecek bir listede, şanslıysak başlarda bir yerlerde yer bulacağız artık kendimize.

    Taksim'de elinde Afrika'ya özgü bir çalgı ile, eğlenmek zorunda hisseden küçük bir çocuk edasıyla yerlisi olduğu bir şeyler tıngırdatan zenci; tekrardan uzak, pür neşe. Neşesi bile mülteci. Bir kaç adım sonra tekrara düşüyorum, tekrar. Neşenin izleri yanaklarımda ama ben yine bir İspanyol çingenenin "ah"ını arıyorum içten içe. Çünkü; en çok İspanyol çingeneler acı çekmiştir gibi hissediyorum o kadın şarkı söylerken. Aklımın tavanında sallanırken tüm o hatıralar, aksi mümkün değil. Bir de bu salınımın yaramadıkları var, kopup da kendini gönlümün zeminine bırakanlar. Fizik kurallarına uygunsuz bir durum oluşturuyor bu; eylemsizlik emaresi göstermiyor kopup kendini zemine bırakanlar. Hal bu iken; hasarı alan da zemin oluyor. Üstelik düşenler yükte hafif, pahada ağır olanlar. Onların ne yaptığını bulmam uzun zamanımı aldı ama artık biliyorum; "Tekrara düşüyorlar.".

   Bu büyük bir rahatlama sebebi benim için. Tekrara düşenin ben olduğunu düşünmekten, peyniri arayan ezberi zayıf bir fare gibi hissetmeye başlamıştım. Yine de çingeneyi def etmeyeceğim, şimdiye kadar ki yoldaşlığı ile çoktan şarabıma eşlik etmeye hak kazandı. 

Diyet


  seve seve vuruşuruz be güzelim
  ölümden öte köy mü var?
  yeter ki; hüsn-ü niyet söyle
  "Diyet böyle." der, 
  hesapları kapatırız.
  uyku hapları satarız seninle
  dertlilere, 
  masal niyetine

  vilayetine ters basar ayaklarım
  ayaklanır, kaçarım nihayetinde
  işportaya mı düşseydi sızım?
  ağır kan kaybıyım, yitenlere rahmet olsun
  koş! kap bir şişe şarap
  zahmet olsun.

  ölelim biz de ziyadesiyle
  neyimiz eksik?
  biz de günahkarız, biz de ateşlik
  çünkü;
  yaşadıkça...
  yüzünde aynı donuk ifadesiyle
  birileri aynı zehri zerk edecek
  "uykuların haram, kan, ter...
  fırla yataktan!
  aynı dolap, aynı çekmece
  aynı sigara, aynı bilmece"
  yaşayacaksın!
  bir süre daha yaşayacaksın
  "Diyet böyle."

  umudum o ki;
  kahve falı bakarız belki seninle
  "Ölmek istiyorum!" diyen birine
  "At murattır, umudunu kaybetme!"
  deriz...
  hele bir de yerse keriz
  değme keyfime

Bir Bukowski uyarlaması: Kötü Trip


   Bir LSD tripi hiçbir kuralın kapsamadığı şeyler gösterir insana. Test kitaplarında olmayan, belediye encümenine şikayet edemeyeceğiniz şeyler. Esrar mevcut dünyayı daha katlanılabilir kılar sadece; LSD ise kendi içinde bir toplumdur zaten. Toplumla uyum içindeyseniz LSDyi "sanrı verici madde" olarak sınıflandırırsınız muhtemelen, ki meseleyi rafa kaldırıp kurtulmanın kolay bir yoludur ama sanrının tanımı hangi kutuptan hareket ettiğinize bağlı olarak değişir. Yaşanan her şey yaşandığı anda gerçektir -bu bir film, bir düş, cinsel ilişki, cinayet, öldürülmek ya da dondurma yemek olabilir ama daha sonra üstüne yalanlar bindirilir; olan, olmuştur. Sanrı bir sözlük sözcüğü, toplumsal koltuk değneğidir. Ölmekte olan bir insan için ölüm çok gerçektir ama diğerleri için talihsizlik ya da bir an önce kurtulunması gereken bir durumdur. Dünya BÜTÜN parçaların bütüne uyduğunu idrak ettiği zaman bir şansımız olabilir. İnsanın gördüğü her şey gerçektir. Bir dış güç tarafından getirilmemiştir oraya, o doğmadan önce de oradadır. Onu şimdi gördüğü için; toplumun eğitimsel ve ruhani güçleri ona keşfetmenin asla bitmediğini söyleyecek kadar bilge olmadığı için; bize kendi a, b,c'lerimizle küçük bok kutularımıza hapsolmamız gerektiğini telkin etmeleri sonucunda aklını kaçırdığı için bireyi suçlamayın. LSD değildir kötü tribinizin nedeni -annenizdir, başbakanınızdır, komşunun küçük kızıdır, elleri kirli dondurmacıdır. Zorla gördüğünüz cebir ya da İngilizce dersidir, 2003 yılında kokladığınız iğrenç heladır, size uzun burunların çirkin olduğu öğretilmişken gördüğünüz çok uzun burunlu bir adamdır, müshildir, Türk İntikam Tugayı'dır, Süleyman Demirel'in yüzüdür, bir fabrikada on yıl çalıştıktan sonra beş dakika geç kaldığın için kovulmaktır, sana altıncı sınıfta tarih öğreten o yaşlı bok çuvalıdır, köpeğinin arabanın altında kalması ve kimsenin sana yolu doğru dürüst tarif edememesidir, otuz sayfa uzunluğunda ve üç kilometre yüksekliğinde bir listedir bu.

    Kötü trip mi? Bu ülkenin tamamı, bu dünyanın tamamı kötü tripte dostlar ama bir tablet yuttuğu için tutuklarlar adamı.

    Ben hala rakı takılıyorum, çünkü ... yaşındayım ve bana sapladıkları kancaların haddi hesabı yok. Bütün ağlardan kaçmayı başardığımı sanacak kadar budala da değilim. Jeffers üç aşağı beş yukarı, "Tuzaklara dikkat, dostlar, sayıca çokturlar, rivayete göre tanrı bile dünyaya indiğinde o tuzaklardan birine yakalanmış." dediğinde çok iyi söylemiş bence. Artık onun tanrı olduğundan çok da emin değiliz elbette; her kimdiyse, şapkasından çok tavşan çıkardı ama çok da fazla konuştu. Herkes çok fazla konuşabilir. Mahmut bile. Ben bile.

    Soğuk bir cumartesi günü, güneş batmak üzere. Ne yapılır bir gece ile? Melis olsaydım saçımı tarardım ama Melis değilim. Bir National Geographic var önümde, sayfaları gerçekten bir şeyler oluyormuşçasına parlıyor. Olmuyor, tabii ki. Binanın bütün sakinleri sarhoş. Sonu bekleyen bir sarhoşlar kovanı. Kadınlar geçiyor penceremin önünden. "S.ktir!" gibi müşfik bir sözcük çıkıyor, hayır tıslıyor ağzımdan, sonra da kağıdı daktilodan çıkarıyorum. Artık sizin.

Not: İşbu yazı; Charles BUKOWSKİ'nin "Sıradan Delilik Öyküleri" isimli kitabındaki "Kötü Trip" isimli bölümden alıntıdır. Uyarlama ile kast edilen ise hikayede zikredilen isimlerin daha bize ait olanlar ile değiştirilmiş olmasıdır. Bunun dışında hiçbir eklenti veya çıkartma yapılmamıştır.


*Delirmekten çekinmediğiniz, bu bok çukurunun deliliğin ta kendisi olduğunun farkına vardığınız günleri görme(niz-miz) dileği ile...

Sarhoş prens; Vladimir Vodoff



   Vladimir Vodoff abisini öldürdü. Abisini öldürdü ve Kiev Prensliği'nin başına geçti. Çok içerdi Vodoff, çükü turşu gibi büzüşene kadar içerdi. "Kadınımı paylaşırım ama votkamı asla!" mottosunun ilk ateşli dillendiricilerindendi belki de. Bir gece içki sofrasında oturmuş, tüm Rusya'yı nasıl ele geçireceğini düşünürken himayesindeki filozoflardan biri fısıldadı kulağına. Üstünde bir ayı kürkü vardı filozofun, kürkün altında ise beyaz, eskimeye başlamış bir cübbe. Belki Gogol'un büyük babası idi. Belki Tolstoy'un, belki de Dostoyevski'nin; kim bilir? Dedi ki; "Bütün bu insanları bir arada tutacak bir şeye ihtiyacımız var. Din bu işi görebilir, dine dönmeliyiz." ve aklına yattı bu sarhoş katilin. Sarhoş katil, dört bir tarafa elçiler yolladı. Bir tane Doğu'ya, İslam'ın beşiğine. Bir tane Doğu Hristiyanlığı'nın başkenti İstanbul'a, bir tane Batı'ya ve bir tane de Museviler için elçi yolladı. Son elçi nereye gitti, bir fikrim yok açıkçası ama fikrim olan bir konu var. 980li yıllarda uzaklara elçi yollamış bir Kiev Prensi iseniz; elçiler dönene kadar yaklaşık yüz elli-iki yüz fıçı votkayı mideye indirmiş, defalarca kez sarhoş olmanın keyfine varmışsınızdır.





     İyimser bir tahminle tam iki yüzüncü votka fıçısının dibini görmek üzere iken bizim prens, bir elinde votka kadehi; ki bu kadeh günümüzde içine votka ve enerji içeceği koyulan uzun ince kulüp bardaklarından değildi, bundan eminiz; diğer elinde ise eski Rus usulü islenmiş eti ile karşıladı elçileri. Dost canlısı bir sarhoştu prens, ve katildi; pek çok meslektaşı gibi. Üç dinden dört elçi vardı karşısında. Konu genellikle sıkıcı biçimde anlatılmış makalelerde ve kitaplarda. Çok bir bok dönmüş gibi ortalıkta bir sürü lüzumundan ciddi kelimeyi arka arkaya dizerek çok virgüllü, uzun ve anlaşılmaz cümleler kurmuşlar. Bu nedenle bu buluşmaya çok detaylı bir biçimde hakim değilim. Musevi elçiyi nasıl karşılamış, neden elemiş hiç bilmiyorum mesela. Bir sarhoş katil prens niçin Museviliği reddeder, hiç bir fikrim yok. Ne sikimse artık, ben bildiğim kadarını olabildiğince anlaşılır biçimde aktarmaya çalışayım sizlere. Vladimir diğer üç elçi arasında en çok Müslüman olan elçiyi dinlemiş, en çok onun söyledikleri hoşuna gitmiş. Öyle ki; bizim sarhoş neredeyse koca bir halkı Müslüman yapacakmış.

   Peki, ne oldu da Doğu Hristiyanlığı bir adım öne geçti? Nasıl tavladılar bizim ayyaş Vodoff'u? Sarhoş Müslüman elçiye dönüp "Peki ya şarap?" dediğinde elçi "Dinimizde içki haramdır. İçmeyiz." der. İpler bir anda kopar. Evet. Bunun üzerine Vladimir diğer elçilere döner, Batı'nın elçisi sürekli Rus halkını itin götüne sokarken Doğu'nun elçisi misafirperver bir ev sahibi gibi konuşur Rus halkı için. Sanki dinin sahibi, hatta peygamberi kendisiymiş de eğer Rus halkı o dine tabi olmazsa tanrı gökten gazap dolu yıldırımlar ve meteorlar yağdıracakmış üzerine gibi; gereksiz bir amaca odaklanmışlıkla konuşan Doğu'nun elçisi tavlamış ayyaş prensi. İşte Rusların Ortodoks Hristiyanlar olmalarının altında yatan neden bu.

   Vladimir içmeyi seviyordu. Rus diyarı bu yüzden Ortodoks Hristiyan oldu. 

Yedinci

  çıpçıp çıpçıp çıpçıp çıp...
  sokak köpeği, asfalt ve tırnakları
  sabah saat beş
  bir adam, sigarası ve kulakları
  bu bir randevu
  ve bu; bu bir hikaye
  biteviye...
  garip,
  benim gibi olanlar, hep aynı dertten muzdarip
  şişeler kırık, sarhoşlar sallantıda
  ballandıra ballandıra anlatılacak hikayeler yok
  dibine kadar sefillik
  rezillik üstüne rezillik ekleniyor
  ve benden uyumsuzluk göstermemem bekleniyor
  ömür boyu sorunsuzluk garantili
  iyi bir evlat, kara gün dostu
  henüz sermemişse postu,
  iyi bir baba, iyi bir eş olacak
  altı dil bilecek, hatta yedi
  altısında da yardım isteyecek, altı dilde boşalacak
  yedincisi küfür için...
 

  saat sabah beş,
  kargaları dinliyorum, rol çalıyorlar kuzgundan
  "Hilafet kaldırılırken oradaydım."
  diyor ve ekliyor biri, martılar kovalamış, kaçmış bozgundan;
  "Tito'yu gördüm, Bin Ladin'in kafasına sıçtım,
  tifoya yakalandım Afrika'da, Özgürlük Anıtı'nın tepesine çıktım."
  "Tito'ya neden bu iltimas?" diyorum
  "İhtiras" diyor
  "Hayvansı bir açlık..."
  durgunlaşıyor, hüzünlü gibi
  "Masum eti yedik, kabızdık." diyor
  acaba benden çok mu biliyor?
  tereddütteyim, altı dilde imdat!
  altı dilde küfür ile karşılık geliyor
  yedincisi tehdit için...

 
  beş saat sabah,
  bu saatlerde iş var
  az insan, az laf, az ısrar...
  bunlar güzel saatler, afili
  sıkı saatler bunlar, muteber!
  yalnızlık, koyu karanlık bir yalnızlık
  ezan az önce bitti
  saati dinliyorum;
  "tik-tak tik-tak tik-tak, git geber!"
  altı dilde mastürbasyon
  bu koalisyondan hayır gelmez
  DSP-MHP ve ANAP'tan biraz daha iyiler,
  o kadar, hepsi o.
  şehvet, yalnızlık ve altı lisan
  yedincisi milletvekilleri için...

  çalıp çırpabilsinler, sıçıp sıvayabilsinler diye. rol çalıyorlar tanrıdan.