17 Haziran 2018 Pazar

Bir Telefon Konuşmasına Kaç Olay Sığar?

     Çıkıyorum evden. Hava biraz soğuk. Rüzgar ardımdan esip koltuk altlarımdan giriyor, sırtımdan, ensemden ve bacaklarımdan ittiriyor. Tüy gibi hafifim bugün, ondan böyle itip kakıyor beni zahmetsizce, sebebi mutlaka bu olmalı diye geçiriyorum içimden. Sallan Pyrmont'tan aşağıya, Forbes'tan yedi yıldız almış bir işletme olduklarına dair tabelası gururla titrerken Star Casino'nun esen rüzgarla, hemen oradan ilk sağa. 76' model Rolls Royce'uyla ellili yaşlarda bir adam kolunu camdan sarkıtmış, elinde sigarasıyla tıngırdıyor aksi istikamete doğru. Nasıl bir filmin içerisine düştük diye geçiyor aklımdan, adama bak, sanki baştan ayağa sikine kadar som altından. Neyse devam, geldik dört yol ağzına. Bu Sidney'in en illet şeyleri nedir deseniz ilk yanıtlarımdan biri olur trafik ışıkları. Bekliyoruz. Brezilyalı çift, muhtemelen Güney Koreli beş kişilik bir kafile, birkaç Çinli -bu asla şaşmaz, dünyaya ne yaparlar bilemem ama Sidney'i kesinlikle ele geçirmiş durumdalar- ve yaşlıca bir Avustralya vatandaşı hanımefendiyle bekliyoruz. Oflar puflar, ahlar vahlar, öpüşen dudaklar, hepimiz bekliyoruz. Kesik aralıklarla sürekli olarak çalan bir alarm sesi ve atıyorum kendimi Pyrmont Bridge üzerine. Bir kumral bir de esmer şeker gülüşerek geçip gidiyorlar yanımdan, köprü boyu fotoğrafta selfide Asyalılar. Bir baba ve iki çocuk görüyorum, hepsi bisiklet üstünde, tam takım kasklar dizlikler falan. Bu görüntüye odaklanmışken ben çocuklardan birinin çıkan diliyle flash patlıyor ve önüme bakmaya devam ediyorum.

    Şehir merkezine gidip bana buranın giriş biletini sunan eğitim kurumuna uğramak zorundayım. Her şeyi bok etmiş olmanın ağırlığı sonunda düğümü çözebilmiş olmanın hafifliğine bırakıp yerini atıyor kendini karısının fotoğrafını çekmekte olan Avrupalı adamın hemen yanından aşağıya. Gözümde güneş gözlüğüm, montum, kot pantolonum ve ayağımdaki botum çok uyumlu. Kendimi iyi hissediyorum köprünün bitimindeki merdivenlere vardığımda, imaj her şeydir çakma Amerikan Rüyası bu tarz toplumlarda. Merdivene ilk adımı atmamla bir sarışın beliriyor basamakların sonunda. Lacivert kaşe mantosu, aynı renk stılettosu, sütun gibi bacaklarıyla bir yıldırım gibi ani ve yıkıcı bir görüntü bu. Sol elim hala kotumun yan cebinde ama sağ elimi işaret parmağımla güneş gözlüğümün burun kemerine üstten ittirip hafif indirmek için. Dedim ya imaj her şeydir. Cebinde üç dolar yetmiş sent olan, hiçbir geliri de olmayan bir adam "Öyle güzel, öyle seksisin ki çözünürlükle oynamadan edemedim!" hareketiyle yakalıyor bakışlarını o kadının. Gülüyor kadın, ben de gülüyorum, bak birbirimize bakıp gülümseyerek geçip gittik bile birbirimizin yanından. İstemsizce dönüp bakıyorum sol omzumun üstünden ve jackpot! Kış güneşi altında savrulan saçlardan altın tozu dökülüyor, masmavi gözler fonda okyanus girintisiyle iyice derinleşiyor. Esasında dönse gelse, iki soru sorsa yalansız hiç şansım yok karşısında. Hikayem imajıma uymuyor. O nedenle hipofiz bezi ön lobumdan salgılanan endorfin ile yetinip yola devam ediyorum o yüzden. Şehir merkezine yaklaştıkça sekiz ve altı silindirlilerin homurtuları artıyor. Son ışıktayım, bekliyoruz yetmiş yedi milletten yetmiş yedi çeşit manyakla. Kıpkırmızı bir Ferrari 488 GTB Spider paranın en mekanik zırıltısıyla duruyor kırmızı ışıkta. Aynı kafa siken kesik aralıklı ses yankılanıyor trafik lambasına iliştirilmiş hoparlörlerden. Ferrari'nin önünden geçerken sol elimin işaret ve orta parmağı kaputunda geziyor, kaldırıyorum kafamı, bir Çinli endişeyle gözlerime bakıyor. Dünyanın en iyi adamı da olsan Ferrari kullnıyorsun, hiç öyle bakma bana Çinli kardeş, sen bizim için ne yaparsan yap orul orul orrospu çocuğusun. Üzgünüm.

     Bir ağacın etrafına çekilmiş "O" şeklindeki plastik banka oturuyorum. Yarım saat erkenciyim, çıkartıp yoksul kitimi cebimden montumun, önce kısa bir kontrol, filtre, kağıt, tütün... Tastamam bir korkunun ürünü bu en basit şeyleri bile defalarca kontrol etme ihtiyacı. Sar sigara, çıkar telefon, ara: En umulmadık kader ortağı.

-N'aber ya?

-İyi, iyi. Çıktım şimdi çiftlikten şehire iniyorum. Sende durumlar nedir?

-İyi be, son düzlükteyiz işte. Çıktım şimdi evden... (yukarıdaki hikayenin aynısı, taze tazesi belki, azıcık daha renklisi, daha canlısı)

-Vay be! Gidiyorsun ha? Bir hikayenin daha sonuna mı geldik?

-Eh, yeterince bekledim ben bunu ya. Karar aldığım gün ile işleri yoluna koyup rahata ermem arasında altmış gün yuvarlanıp gitti. Yeterince sürüklendik. Tamam artık.

-Sen de haklısın be! Başka türlü olsaydı keşke her şey. Olabilirdi çünkü...

-Olabilirdi ama olmadı işte. En iyi seninle ben biliyoruz bunu. Anı şekillendirmekten başka şansımız olmadığını sen oralarda bir odada sekiz kişi balık istifi uyurken, yılanla, çiyanla boğuşurken, gözüne sıçrayan tarım ilacının acısından uyuyamazken veya eline indirdiğin balyozun acısıyla gözlerin yaşarırken...

-Böyle peş peşe söyleyince tat kaçırdı yalnız biraz...

-E ben de her gece aynı rüyayla uyanıyorum kafam iyi yatmadıysam. Aynı parktayım, titreyerek uyanıyorum, saat sabahın beşi, işe gideceğim ama uyuyabileceğim yarım saatim daha var. Birbirine vuran dişlerimin takırtısı uyutmuyor tabii. Ölüsünü sikeyim deyip iyice sarınıyorum battaniyenin içine. Kafam tüpten uç vermiş diş macunu gibi gözüküyor, bir çift sabah koşusunda o esnada. Gözlerimi aralıyorum, gözleri gözlerimde. Tiksintiyle karışık bir merhametle bakıp bana uygun adım devam ediyorlar. Biliyorsun.

-Biliyorum. Maalesef biliyorum...

-Fakat içimizden iyi geçti bu şehir, bu ülke. Kabul etmek gerek.

-Hahahahaha, iyi tarafından bakalım. Kurşun içeride kalmadı.

-Bilemiyorum ki; birden çok defalar ateş ettiler. Kaçını çıkardık, kaç şarapnel parçası içeride falan onların hesabı kitabı hep dönünce. Bi saniye bro... Sorry, what? No, sorry. No bro, I don't have a spare ciggy too. Olm gelen modeli görmen lazımdı. Avucunu açıp para sordu önce, akabinde sigara. Fakat bütün parmakları yanmış Kapkara yalniz, kömür karası. Modele bakar mısın, hırsızlık yapsa parmak izi kalmaz. Hatta belki yapıyordur bile.

-Ben burada olup biten her şeye inanırım ya, olabilir açıkçası.

-Bak, bak, bak. Şimdi de elemanın biri montunu serdi namaz kılıyor. Şurada önümde oluyor, beş metre mesafemiz. Şovmene bak şovmene.

-Hahahahah, ciddi misin ya?

-Maalesef ciddiyim. Onu bırak şimdi de, biz burada bu kadar hıza ve çeşide alıştıktan sonra nasıl yapacağız bundan sonra. Ne tatmin edecek bizi? Kanserli ve kurtarılamaz aşamaya gelmiş genç ve güzel kadınları toplayıp dünyanın dört bir tarafından, Asya'nın uzak adalarından birinde yaptırdığımız malikanemizde içlerini doldurup, mumlayıp sergilemek karşılığı ailelerine ömür boyu yetecek para mı teklif edeceğiz? Nasıl adamlara dönüşeceğiz de tatmin olacağız?

-Zor soru. Fakat fikir enteresan.

-Bilemiyorum Altan, bilemiyorum... Hahahah, bildiğim tek bir şey var yalnız, bu saatten sonra artık ben hayallerimin peşinden koşmayacağım bir yaşam düşünemiyorum. Zaten Türkiye'ye de o yüzden dönüyorum. Kökümün sağlam olduğu yerde yeniden başlamak istiyorum. Devamına bakacağız gittiğimiz yerd... N'oluyor lan yine?

-N'oldu?

-Anlamadım ki, böyle Asyalı bir kadın; belki Tayvan belki Filipinler, o civarlar yani; pat diye düştü yürürken birden. Peşine bir çığlık koptu.

-Nasıl? Ayağı falan mı takıldı? Olm o kadar da değil lan, ayağı takılıp düşeni de çeşitliliğe dahil etmeyelim, hahahahahah.

-Yok be abi, kadın merdivenleri çıktı, iki adım attı, bok çuvalı gibi düştü yere birden. Hiç takıldığı ettiği bir şey olmadı. O yöne bakarak konuştuğum için net gördüm yani. Millet de toplandı şimdi başına. Hadi neyse, konuşuruz yine. Ben şu işlerimi halledeyim gidip. Sen de çok dikkat et kendine, milleti tartaklama oralarda, zafere giden yolda sıkılan diş kutsaldır. Kırılırsa bir kavanoza koyar sergilersin bugünler geçtiğinde, kimse kimseye bedavadan bir şey vermiyor, en maliyetsiz gözüken şeylerin korkunç maliyetleri olabiliyor diye gösterirsin çocuklara, eşe dosta vs.

-Bağlı bulunduğu yerde tek parça halinde muhafaza edebilirsem daha memnun olurum. Zira benim kavgam bir süre daha tam gaz devam, burada da sigortasızız diş hususunda, malum. Yok yere binlerce dolar vermeyelim. Hayır, verebileceğim kesin olduğundan değil de, elimdeki parayı biriktirene kadar şu üçgen benzin istasyonu sandviçlerini alıp içindeki iki küçük sandviçin birini kahvaltı birini öğle yemeği yaptığımı en iyi sen biliyorsun. Üzülürüm çok.

-...

-Sustun?

-Çok canımızı sıktılar burada be, asabım bozuluyor olup bitenlere. Bu dönek dünya ile mutlaka hesaplaşalım.

-Hesaplaşalım!

-Hazır duyguyu en üste taşımışken kapatıyorum, bu yakıt ikimize de birkaç gün gider. Bir sonraki seansta Türkiye'de olabilirim, saat farkına dikkat edelim lütfen. Hahahahah, hadi bro, kendine çok iyi bak. Kaçtım ben.

-Tamamdır, güzellik uykularından uyandırmam seni, merak etme. Görüşürüz.

 



-Bir defteri daha kapattık böylece işte. Dönüyorum Türkiye'ye.-