14 Ekim 2018 Pazar

Günaydın


   "Günaydın!" dedi komşu kızı
   Elinde telefonu, burnunun üstünde kemik gözlüğüyle
   Henüz gün ışımamışken günaydın
   Hiç olacak iş mi?
   Ama oldu.
   Böyle bir şeyi ne ben,
   Ne de dallarda ganimet bekleyen kargalar bekliyordu.

   Ben bir balkonda salkım saçak yanarken
   Bir kapı aralandı
   Sokak köpekleri koştu karşıladı
   Saçı örgü komşu kızı onları neşeyle günaydınladı.
 
   Varsa yersin, olursa yazarsın
   Yoksa ya çalışır yapar ya da çalarsın
   Ve teferruat kabilinden daha pek çok şey...
   Ateş gibi işte, olacağı sezersin ama
   Yanmadan da tam anlamazsın.
   Sana da günaydın komşu kızı,
   Sana da günaydın!

4 Ağustos 2018 Cumartesi

Beş Adımda Altı Nokta


     Dört yaşındaydı Louis, babasının saraçhanesinde görme yetisini yitirdiğinde. 4 Ocak 1809 tarihinde gözlerini dünyaya açan bu küçük çocuğun dünyasıyla birlikte geleceği de kararmıştı, ondan ne bir eğitim alabilmesi umuluyordu ne de bir iş tutabilmesi... Dilencilikle geçinecekti o günden sonra. En azından beklenti o yöndeydi; fakat başladığımız yer varacağımız yeri belirlemez. Tarih boyunca buna kanıt teşkil eden binlerce insandan yalnızca birisiydi Louis.

   Paris'te bulunan Genç Körler Enstitüsü'den (Institution Royale des Jeunes Aveugles) burs kazandığında yedi yaşındaydı. İşte bu, ilk şart değilse dahi ilk aşamadır. Kişi, başladığı yer ile vardığı yer arasında fark yaratmak için kurulu nizamın yaratacağı fırsatlara ihtiyaç duyar. Öyle ki; pek çoğumuzun ilk yılgınlığı da, ilk bahanesi de buralarda başlar. Tabii kağıt üzerine böyle döküldüğü zaman aklınızdan "Fransa işte be! Avrupa! Medeniyet!" gibi şeyler geçiyor olabilir. Geçiyor mu? Geçmesin. Kendisi orada öğün olarak kuru ekmek ve suya talim ediyordu, kimi öğrenciler istismar ediliyor ve odalarının kapıları üstlerine kitleniyordu. Burada, ikinci aşama devreye giriyor. Hayat daima zorluklarla doluydu ve bundan sonra da öyle olacak. Bunlarla kendinde yüzleşebileceğin gücü ve cesareti bulduğun belli aralıklarla, teker teker karşılabileceğin gibi hepsi bir anda üstüne de çullanabilir zamansızca. Her ikisine de hazır olmak zorundasın. Kolay değil, fakat kimsenin bu yönde bir vaadi de olmadı sana.

       Institution Royale des Jeunes Aveugles 1821 yılında Charles Barbier isimli bir subay tarafından ziyaret edilmişti ve Louis de oradaydı, onunla aynı çatı altında bulunup aynı nefesi teneffüs etti. Bu üçüncü aşamadır. Hayat, karşımıza dur durak bilmeksizin ilham kaynakları çıkartır. Bunlar, kavrayışımızca iyi, kötü veya alakasız olarak niteleyebileceğimiz olaylardır en temel tasnif yöntemiyle yaklaşırsak. Genel eğilimimiz, iyilerden istifade etmek; kötülerden yakınmak veya mümkünse kaçınmak; ve alakasızlarla alakadar olmamak yönündedir. Oysa bağlantıyı kurabilecek parlak zihinler için hemen her olayda hikmetler gizlidir. Bu neviden bir gözü açıklık varacağınız yeri belirlemede kritik bir rol oynar. Bu genç subayın Napolyon'un isteği doğrultusunda  askerlerin gece karanlığın ışık olmaksızın haberleşmesini sağlayabilmesi adına geliştirdiği sistem, ordu ve askerlerin kullanımı için oldukça karışıktı ve bu nedenle kabul görmemişti. Fakat Louis bu yöntem üzerinde çalışarak bir kağıt üzerine iğne yardımı ile yazılabilen, alfabedeki harflerin, sayıların, bağlaçların ve noktalama işaretlerinin de iletilebileceği ünlü 6 noktalı sistemi geliştirdi. Böylelikle, eğitim gören körler artık parmaklarının altından geçen harfleri kolaylıkla hissedebilir, okumanın yanı sıra yazma yetilerini de yeniden kazanabilir hale geldiler. Ancak, bu dahi yeterli olmadı. Louis, kendisi gibi olan arkadaşlarının bu yeniliği çok beğenmesi ve hızla benimsemesine rağmen öğretmenlerden yükselen itirazları bir türlü geçemedi. Onlar, gözleri açık kişiler olarak yazının çok karmaşık olduğunu ve körleri diğerlerinden ayıran bu tip bir sistemin kullanılamayacağını ileri sürdüler. Fransa'da, 1852'de 43 yaşındayken Louis gözlerini hayata yumduktan iki sonra kabul gördü bu alfabe. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1860'da, İngiltere'de ise 1868'de kabul edildi ilgili komitelerce. İşte bu da aşama dörttür. Şayet amansız/toleranssız/uzlaşımsız/engellenemez olmayı seçmemişseniz; dünyayı değiştirecek dokunuşlarınız dahi olsa vardığınız yere ulaştığınızda hayatta olmama riski daima saklıdır. 

    1868 yılında İngiltere'de körlerden oluşan bir grup erkek kendilerini Braille alfabesine adamamış olsaydı, Braille alfabesi tüm kabul görülmelere rağmen bugün bu denli yaygınlaşmayabilirdi. Bunda, İngiltere'nin dönemin sömürgecibaşı olması ve buna mukabil kültürel ve teknolojik gelişmelerin de beşiği payesini alması elbette önemli bir rol oynamıştır fakat mevzu, en azından bizim kadrajımıza giren kısmı, bu değil. Bugün, o yıllarda bu arkadaş grubunun kurduğu Kraliyet Ulusal Körler İçin Kabartma Literatürünü Geliştirme İngiliz ve Yabancı Derneği'nin (British and Foreign Blind Association for Improving the Embossed Literature of Blind / Bugün Royal National Institute for the Blind olarak anılıyorlar) günümüzde körler için kitap basımı yapan en büyük kurumdur. Bu da aşama beştir. Varacağımız yeri tek başımıza belirleyemeyiz. İnsan bir yırtıcıdır, ve bir noktaya kadar sürüden ayrı bir noktadan sonra sürüye tabi yaşamak durumundadır. Sürünün ilgisini celbetmek, yönetmek, yönlendirmek, karnını doyurmak, sığınacağı yer bulmak gibi pek çok değişken faydalanılmak için orada öylece durmaktadır. Dördüncü aşamadaki duruş beşinci aşamada alacağımız reaksiyonu da belirler çoğu zaman.

     Yolculuklarınızı başladığınız yerden fersah fersah uzaklarda fakat yine de ev sıcaklığında bir yerlerde tamamlamanız umuduyla. Uzlaşı yok! Anı kollamak var. Yılgınlık yok! Şöyle bir soluklanmak var. Yorulmak yok! Daha kuvvetli dönebilmek için bazen geri çekilmek var. Bu gibi şeyler... Siz benden daha iyi bilirsiniz.

                             

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Kehanet


Terk ederken bozcasarı ovaları aklıselim
Size canavarı takdim edeyim!

Aç bırakmışlar, inletmişler inim inim
Kurtardım, yaralarını sardım, temizledim
Besledim...
Etle besledim,
Leşle besledim,
Uzanıp kaburgaların arasından
Çıplak elle sökülmüş atan kalple besledim,
Yine de doymadı!


Ben ona ölüm kalım günlerinde rastladım
Üç işkencecisi vardı, üçünü de tanırdım...
Üç işkencecisi vardı, üçünü de parçaladım!


Alım çalım olmaksızın doğradım ilkini dilim dilim
Peynirciydi, kokain sordu kapanırken bilinci
Eğri oturup doğru konuşalım, hoşuma gitmedi.
İkinci puşt zenci bir köktenciydi,
Sahra Çölü'nün en acımasız piçiydi,
Canavarı dikenli muştayla döverdi.
Derisini yüzdüm önce ağız tadıyla
Sonra da boğdum kendi kanıyla.
Üçüncüsü kelimenin tam anlamıyla sadistti,
Üç gün üç gece meşgul oldum dişiyle tırnağıyla
Dördüncü günün sabahında
Gözlerini oydum paslı demirler vasıtasıyla.


Doymadım, doymadım, doymadım kana!
Bu susamışlıkta buluştuk da öyle dost olduk biz canavarla
Bilâvasıta parçalanan gırtlaklarda,
Yarılmış karınlardan sarkan bağırsaklarda,
Kuyruk sokumundan kafaya yekpare sökülmüş omurgalarda,
Oyulmuş göz yuvalarında dost olduk biz onunla
Canavara gelince, ağzı kulaklarında
Ben de bastım kahkahayı bulandıkça kan kızıl intikama.

Terk ederken bozcasarı ovaları aklıselim
Size sağduyuyu ve gözü dönmüş adaleti taksim ettim.


19 Temmuz 2018 Perşembe

Açelya



Kan kırmızı, güzeller güzeli açelya
Yanıltıcıdır, bilmez pek çokları
Açelyaya çürümüşlükler, bataklıklardır doğal coğrafya
Görmez pek çokları, çiçek ya güya...

Bu rüya...
Bu rüya mutlak son bulacak bir gün
Angarya başlayacak sonra
Angarya! Arka arkaya angarya
Bir kağıdı baştan aşağıya sövgüyle doldur
Yetiştir ilk baskıya, gönder Ankara'ya!
Neye sövdü bu diyen açıp da baksın
Açıp baksın ne demektir taalluk
Baskın yeriz, gelir kolluk, söyletmeyin çok
Olmayalım şafak operasyonuyla karakolluk.

Neyse...

Bu rüya...
Bu rüya son bulduğunda bir gün
Uyandığında kolsuz bacaksız
Evsiz saçaksız, savunmasız...
Çırpınma!
Çırpınmışlar iyi bilir de anlatamaz, çırpınmak faydasız

Bu rüya...
Bu rüyadan açelya, uyanacaksın mutlaka bir gün
Etrafını çevreleyen kapkaranlık koza
Faraza kafestir, zehirdir tut ki; kabul edelim
İkiden dokuza nefrettir diyelim
Yedi düvelce nefret öldürür denilegelmiş ağızdan ağıza
Fakat yanlış! Yanlış, yanlış! Doğru değil bunlar!
İntikam!
İntikam!
İntikam!
İlk rüyanın ardından ilk sabah
İlk sabahın ardından ilk istiratgah
Simsiyah bir öfke...
Simsiyah bir öfke, en ferahfeza hapishane insanoğluna
Parmaklıklar şartsa, kafes kaçınılmazsa...
İn altına, ıslak imza.

Ah açelya!
Hangimiz isterdi böyle olsun?
Hangimiz satmazdı
O koca, heybetli karanlığını bir avuç toprağa
Bir saksıya, üç damla suya
Aralanmış bir perdeden sızan bir dirhem gün ışığına...

Neyse...

Yıllar sonra, kozanı parçalayıp çıktığında karanlığından
Sen şimdi şeytan duası
Sen şimdi bira mayası
Bulgur çorbası, bamya tarlası
Sen şimdi borsa tahtası
Şimdi sen, sen şimdi...
Berde'l acüz fırtınası
Boğumlanma noktası, bekleme odası
Antik dönemin yedi harikası
Şimdi sen amerikan salatası
Akdeniz humması, ahlak zabıtası sen
Adet kanaması, ağır para cezası
Sen şimdi, şimdi sen...
Adı batası, zincirleme isim tamlaması
Ateş pahası, bakır pası, balık çorbası
Şimdi sen daktilo masası
Sen şimdi disiplin cezası
Allah'ın belası!

Ah Açelya!

Şimdi sen her şey ve hiçbir şeysin!
Benden de iyi bilirsin
Sen şimdi dünyaları değiştirecek sinsi öfkesin.

Karanlığı kucakla.
Kaldır saksını, yere çal, öyle başla.
Ah Açelya!










6 Temmuz 2018 Cuma

Kaçışsız

      N'oluyoruz lan diye bağırarak uyandı. Gözleri fal taşı gibi açıktı, kalbi göğüs kafesini zindana atılmış bir masumun kapıya attığı ilk yumruklar gibi dövüyor, ellerinin titremesini bir türlü engelleyemiyordu. Uyandığı odanın huzur kaçıracak pürüzsüzlükteki beyaz duvarları, uyandığı garip görünümlü sedye dışında tamamen eşyasız oluşu da biraz sakinleşip neler olduğunu anlamaya çalışmasına engel oluyordu. Varlığına dair en ufak bir bulgunun bulunmadığı bir kapı aralanıp içeri kısacık beyaz saçlarıyla gencecik bir kadın adım attığında ise bilincini yeniden yitirdi.

     Yeniden uyandığında bu defa yalnız değildi odada. Odanın durumundaki yegane değişim de başucunda bulduğu refakatçisiydi. Bu defa dedi, bu defa sakin olmak zorundayım. Savaşların henüz kılıçlarla yapıldığı yıllarda yüzüncü düşmanını yere sermiş, aldığı yaraların ciddiyetinden ötürü nefes almakta güçlük çeken, dönemin şartlarınca yaşlı sayılabilecek bir askerin sarf edeceği efora eş değer bir çabayla biraz da olsa bastırabildi heyecanını. Ne hatırlıyorsun diyordu kafasındaki ses ona, son hatırladığın şey nedir? Ne oldu kendini burada, bu beyaz cehennemde bulmadan hemen önce? Sağa keskin viraj, çıkışı gözükmüyor, dur bir şey olmaz, kamyon! Siktir kamyon, kamyon, kamyon! Ha... Hassiktir! Artık bir otomobilin içerisinde değil gibisin, biraz his, açık seçik bir dizgiye sahip olmadığını sezsen de aklından geçen birkaç düşünce... Onlardan birini yakalar gibisin, diz kapağının hemen üstünden başlayan, soldan sağa doğru gittikçe kalçana yaklaşan kesiğin kopardığı bacağına bakıp "Kıyma makinesi! Otomobil değil, kıyma makinesi..." diye mırıldandığını hatırladı. Soluk almakta güçlük çektiğini, artık öyle çok da derli toplu, sıkı gözükmeyen kana bulanmış darmadağınık iç konsolu, hırıltıları, son bir çabayla nereden ne kadar yara aldığını kontrol edip kurtulabilir miyim acaba diye düşündüğünü, ölmek istemiyorum, yaşamak istiyorum fikrinin boğucu hücumunu, hıçkıra hıçkıra ağlamak arzusunun fiziksel geri bildiriminin kan kusulan öksürükler olduğunu, karnını delip geçerek oturduğu koltuğa saplanmış olan metal parçasını ve kafası önüne düşerken istemsiz, elektriklerin kesildiğini. Bunları anımsayabildi. Bunun için gösterdiği çaba onu yattığı sedyede hafif doğrulmuş, donuk, sebze gibi bir duruma sokmuştu. Hayreti yerini yeniden merağa bırakınca sebze bir anda kapana yakalanmış bir av hayvanının çırpınışlarına bıraktı.

     -Neredeyim ben? Bacağım, bacağım... Kopmuştu! Bacağım koptmuştu, karnım yarıktı! Nasıl? Niye sapasağlamım!? Sen kimsin? Burası neresi? Neler oluyor amına koyayım!

       -Sakin ol. Aradığın tüm cevapları bulacaksın. Önce bu ilkel tavrının sana çaba getirmeyeceğinin idrakına varman lazım yalnızca.

        -İlkelinin amına koyayım! NEREDEYİM LAN BEN!?!

        -Sakin ol.

        Şu kar beyaz kaltağın donuk gülümsemesi beni dedi, çileden çıkartıyor. Üstünde anahtar falan var mıdır acaba? Sıkıp gırtlağını yatırsam şuraya, arasam üstünü, bir kapı açıp çıkar mıyım buradan acaba. Duyduğu fakat beyninin anlamlandırmakta güçlük çektiği bir dizi ses ile bu düşünce silsilesi kesintiye uğradı.

         -Üstümde anahtar yok, olsa da beni öldüremezsin. Üstümde olmayan anahtarı sana teslim edip gitmekte özgürsün desem, şu duvarın dışına dahi çıkamazsın. Sakin olmak ve doğru soruları sormak zorundasın.

          -Si... Si... Siktir be! Şans. Şa şa şanslı. Şans tahmin... Hay anasının... Şanslı bir tahmindi bu veya ben uyurken yaptığınız bir çalışmanın ürünü, ama her ne olursa olsun düşüncelerimi okuyamazsınız. Okuyamazsın, değil mi?

         -Okuyabilirim. Test etmek ister misin?

         -İsterim!

         -Kendini ne zaman hazır hissedersen başlayabiliriz.

       (Pembe zambak, sürat, arkası iyi geliyor yalnız, çiçekli mor elbise, bacaklar, dimdik, öğrendin tabii, ne zaman dönmüştü ki o, yapabilir mi acaba, yok ulan, sen devam et, deniz, mezeler, ahtapot olsa da yesek, neredeyiz ulan acaba, yapma, bilincinin kontrolünden azat et kelimeleri, başka türlü sınayamazsın. Mavi kitap, sarı düldül, siyah keçe, sönük meme, nasır, deve toynağı, tayt, pet şişe...)

       -Pembe zambak, sürat, arkası iyi geliyor yalnız, çiçekli mor elbise, bacaklar, dimdik, öğrendin tabii, ne zaman dönmüştü ki o, yapabilir mi acaba, yok ulan, sen devam et, deniz, mezeler, ahtapot olsa da yesek, neredeyiz ulan acaba, yapma, bilincinin kontrolünden azat et kelimeleri, başka türlü sınayamazsın. Mavi kitap, sarı düldül, siyah keçe, sönük meme, nasır, deve toynağı, tayt, pet şişe...

         -Nasıl peki?

       Bu sorunun sorulması ile yanıtın alınmaya başlanması arasında geçen milisaniyeler içerisinde kendisini sakin kalmaya ve her şeyin mümkünlüğüne inandırmıştı bile. Adapte olmuştu. Yapılması gerekeni yapacak, yürünmesi gereken yolu yürüyecek ve yolun varmasını umduğu birkaç noktadan birinde nihayetlenmesini umacaktı. 

    -Öncelikle sonunda sakinleşebildiğine sevindim. Biraz hayal kırıklığına uğramadım da değil esasında, bu kadar uzun sürmesini beklemiyorduk. Yine de anlaşılabilir tabii, bedeninin gördüğü o büyük hasar zihnini bulandıracak binlerce karmaşık sinyal göndermiş olmalı. Ayıklayıp her birini, en işe yarar olanları kullanıma sokmak her zaman vakit alan bir işti türümüz için. Bu sürenin kısaltımı, evrimimizin omurgasını oluşturuyor zaten. Takip etmekte güçlük yaşadığında araya girebilirsin bu arada. Sorularını yanıtlamak için buradayım ben. İçten içe bildiğin, saf ve izahı mümkün bir biliş değil de bir çeşit sezinleyiş olarak zihninde asılı duran, kavramakta güçlük yaşamayacağın şeylerden bahsedeceğimi umuyorum. Öncelikle şunu söyleyeyim, bildiğin anlamdaki yaşantın sona erdi. Yaptığınız kazanın enkazı başında birkaç insan var şu anda. Yetkilileri arıyorlar bakarken tiksintiyle korkuyu aynı anda hissettikleri ölü bedenine bakarlarken. Saatler sürecek bir çalışma sonrası önce bedeninden geriye kalanlar sıkıştığı konserve kutusundan çıkartılacak, akabinde enkazı kaldırmak için çekiciler gelecek. Gün doğarken önce yalnızca dikkatli gözlerin görebileceği kadar izi kalacak yaşadığın son anların. Akabinde onlar da birer birer, yavaş ama gözlemlenebilir şekilde silinecekler. Sonrasına, geride kalanların hisleri dahil olacağı için anlatmaya değer bulmuyorum. 

       -Peki burası? Burası neresi, neredeyiz biz?

      -Zihnindeyiz. Bu odayı da sen inşa ettin. Biz de biraz manüpile etmiş olabiliriz seni bu hususta fakat işçilik tamamen sana ait.

     -Fakat öldüysem ben, nasıl oluyor da nöral aktivitem sürüyor? Yoksa zamana karşı bir yarış içerisinde miyiz? Bu, zihnimin ölümü kabullenmesi adına yarattığı bir tek seanslık yaşam bağımlılığından kurtulma toplantısı mı? Sen de benim yaratımım mısın? Bir süre sonra sen, tüm bunlar ve ben tamamen solup gidecek miyiz? Elektrikler tamamen kesilince yani, o zaman ne olacak?

      -Hayır, ben senin yaratımın değilim. Elektrik kesintisi ölümü tanımlamak için çok doğru bir tercih oldu bu arada. Tebrik ederim. Ve seni temin ederim ki; sen aksi yönde bir arzu beyanında bulunmadığın sürece elektrik akışında hiçbir problem yaşamayacaksın.

     -Fakat sen kimsin? Adın ne?

    -Benim bir adım yok. İşin aslı, seninle aynı türün ürünleriyiz fakat sen ve ben, aynı zaman dilimine ait değiliz. Senin beni ve toplumumu tanıman için üç milenyum kadar daha hayata tutunabilmiş olman lazımdı zamana dair kavrayış düzeyinle. Öyle ki; senin yaşadığın çağda ilk atalarımız -bizler öncüler olarak adlandırıyoruz onları- ne kadar ilkel görünüyorduysa gözüne, sen de aynen öyle gözüküyorsun şu an itibariyle benim algı penceremden. Bizler, her biri birden çok ömür görmüşleriz. Bu deneyimi sağlamak için uyku halini kullanıyoruz. Doğru yönlendirmelerle, uykuya dalmadan önceki birikimi geride dünyanın tüm zamanlarında ve mekanlarında yaşanması mümkün hayatların tamamını deneyimleyebiliyoruz. Her dönüş sonrası, bu deneyimlerin tamamına eksiksiz biçimde sahip olarak uyanıyoruz. Bu bize türümüzün geçmişini eksiksiz biçimde çalışmak imkanı sunuyor ki; böylelikle zihin üzerinde yaptığımız çalışmalara veri toplamış oluyoruz. Bu sayede aştık bedenin, daha doğrusu en yırtıcı tür olmanın bağlayıcılıklarından. Buna tarih boyunca teşebbüs eden öğretiler de oldu esasında ama söz konusu atılımın geriye dönüşle veya yok edilememiş bir canavarın hapsiyle mümkün kılınması söz konusu değildi. Bu nedenle başarısız oldular. Elli beş yıllık mahrumiyetlerini küçük çocukların çığlıklı ırza geçilişlerinde, boğazlanıp afiyetle yenilen yarı çiğ hayvanların son nefeslerinde veya bıçak saplanmış karınlarda, boğazlarda sonlandıran adanmışlar gördük çağlar boyunca. İsimleri miras olmaktan çıkıp leke oldu her birinin. Hiçbirimizin isim kullanmıyor oluşu da bundan ileri geliyor. Karşılanması icap eden gereksinimlerin boyunduruğundan kurtuldukça ihtirasların üzerine bina edilmiş güç ilişkileri de, bu yapının korunumu ve işlerliğinden emin olma ihtiyacı sonucu doğmuş düzen arayışı da yersiz, işlevsiz ve bağlamsız bir hal alarak bir ayak bağına dönüştü. Elbette tüm yeter şartları sağladıktan sonra dahi bu habis urun yüreklerden sökülüp atılması birkaç yüzyıl aldı. Çağımızın anlatım biçimine uygun düşmese de bu tabir döneminizin ayak basanları için uygun düştüğü için böyle ifade ediyorum ayrıca, kafan karışmasın. Aklın gizinin çözülmesinden çok önce bu gibi anlaşılmaz durumlarla kabuğunuzun kan dolaşımından sorumlu organlarınızı ilişkilendirdiğinizi bilerek konuşuyorum. Seçtiğim hayatlardan birisi de 1986 yılında İzmir / Türkiye'de yine kadın olarak doğduğum bir hayattı. Eğlenceli bir hayattı...

   -Bir dakika, bir dakika! Kaç hayat yaşamaktan söz ediyoruz burada tam olarak? Ayrıca yaşanabilecek tüm hayatları yaşadıktan sonra ne oluyor? Yani nereye vardırıyorsunuz bu işi, nihayeti nedir?

       -Tüm yaşamların sayısı yaklaşık üç yüz elli yedi milyar dört yüz seksen beş milyon sekiz doksan iki bin altı yüz dokuz bizim çalışmalarımıza göre. Sayaç asrı dediğimiz değişim dalgasının sonundan itibaren ölüm ve doğum meselesi sonladığı için artık, en azından şimdilik, yaşanabilecek yeni bir hayat yok. Bizim nüfusumuz ise toplamda bir milyar yüz doksan bin otuz dört.

     -E o halde yaşanabilecek bir milyar yüz doksan bin otuz üç hayat daha kalmış olmuyor mu herbiriniz için?

      -Görüyorsun ya, sakin kalıp bir adım geriye çekildiğinde daha berrak bir görüye sahip oluyor insan. Bizim hayatlarımızı yaşayıp bitirdikten sonra kendi döngümüze alacağımız ilkeller arıyoruz. Bunun bize perspektif kazandırarak bizi bir adım öteye taşıyacağına dair bir inanç taşıyoruz. İnanç dediğime aldanma tabii, inanç diye bir şey de yok yaşantımızda. Daha önce de söylediğim gibi, sezgi yoluyla elde edilebilir bilgiler bunlar senin için ama yine de temkinli olmakta fayda görüyorum aklını bulandırmamak için. İnsan olarak, insan yaratımı olan kavramları dışlamakta evrimimizin hangi fazında olursak olalım zorlanmaya devam ediyoruz gördüğün gibi. İletişim ve etkileşim kurma yöntemlerimizin karmaşıklığı dolasıyla bundan kaçış gözükmüyor ufukta. Uykusuz zamanlarda bizler de aynı sorunu yaşıyoruz tıpkı binlerce yıl önceki atalarımdan olan sen gibi.

    -Ben sorun falan yaşamıyorum, neden bahsediyorsun sen?

    -Öyle mi? Herkes, her şeyi senin yaşadığın gibi görüp öyle kavrıyor yani?

  -Elbette hayır. Herkesin kendi değerler sistemi var, onların ardından görüyor olup bitenleri. Söylemek istediğim, benim bununla bir problemim olmadığı.

   -O zaman iyi dinle. Bedenin acılı bir ölümle tanışmadan önce halanla birlikte Çanakkale'de kalıyordun yazlık evde, doğru mu?

     -Evet.

     -İnançları gereği açık seçik ortalıkta gezdirilmesinin onları rahatsız edeceğini düşündüğün bir şişe şarabı da arabanda sakladın onlar derin uykulara dalıp seni ayıplayamaz, kınayamaz konuma varıncaya dek. Bir eksik var mı buraya kadar?

     -Hayır, hayır. Eksik falan yok. Yalnız biraz daha monolog olarak götürsen şu kısmı da, bu eslerle vakit kaybetmesek. Eksik aktardığın bir şey olursa ben araya girerim. Ne dersin?

     -Pekala. Saat on civarında bir kadın arkadaşın aradı, epey yakınlarda bir yerlerde olduğunu, gelip ulaşımına yardımcı olursan geceyi seninle geçirmekten zevk duyacağını belirtti. Detayları atlıyorum, tıpkı senin tereddütsüz arabaya atlayıp onun yanına gitmek niyetiyle yola çıktığın gibi ben de bu detayların varmak istediğimiz yere giderken bizi yol üstünde geciktiren, oyalayan, amaçtan saptıran şeyler olduğunu düşünüyorum. O yüzden doğruca sadede gelelim. Sen öldün, o virajın çıkışında çarpıştığın kamyon şoförü sarhoştu direksiyon başında ve yan koltuğunda da on yaşındaki çocuğu vardı. Emniyet kemeri takmıyordu, çarpışmanın etkisiyle ön camdan fırladı. Beş metre ötede bir kayanın yanında, kafatası yedi buçuk santim civarı açılmış, beyni etrafa saçılmış, vücudundaki tüm kemikleri harap olmuş bir vaziyette buldular onu. Çağının vebasının damadı eliyle kontrol ettiği televizyon kanalında kaza haberinin odak noktası o çocuktu, senin arabandaki şarap şişesini çekerek verdiler ilk görüntüleri. Birkaç fotoğrafını buldular elinde bira olan. Seni çağıran o kadın çok ağladı, "Orospu çocuğu!" dedi, iradesizliği yüzünden beni küçücük çocuğun kanına soktu. Ekranları başında herkes fotoğraflarına nefretle baktı. Sevenlerin bile hatırana mesafeli kalmak zorunda kaldı. Annen bile! Yaptı bir hata, Allah affetsin dedi arkadan. Hata yapmış mıydın? Sanmıyorum. Çocuğunu öldüren bir baba seni çekip yaşantından dünya üzerinden gelip geçmiş bir başka lekeye, silik bir ize dönüştürdü. Oysa sen o şarap şişesiyle tam da bunlardan kaçırıyordun kendini o torpido gözünde o otomobilin. Kaçışsız, sakınmak imkanı olmaksızın yüzleşeceksin bunlarla.

    -Nasıl peki?

   -Düşünme artık bunları, öldün nihayetinde sen. Son buldu bu tip ihtiyaçların sen ölünce. Bir başka hayatta bulursun çözümünü belki, en azından sorunun ne olduğunu biliyorsun artık. Her şeyi ben anlatamam, kaçışsız yaşayacaksın bazı şeyleri.

          

17 Haziran 2018 Pazar

Bir Telefon Konuşmasına Kaç Olay Sığar?

     Çıkıyorum evden. Hava biraz soğuk. Rüzgar ardımdan esip koltuk altlarımdan giriyor, sırtımdan, ensemden ve bacaklarımdan ittiriyor. Tüy gibi hafifim bugün, ondan böyle itip kakıyor beni zahmetsizce, sebebi mutlaka bu olmalı diye geçiriyorum içimden. Sallan Pyrmont'tan aşağıya, Forbes'tan yedi yıldız almış bir işletme olduklarına dair tabelası gururla titrerken Star Casino'nun esen rüzgarla, hemen oradan ilk sağa. 76' model Rolls Royce'uyla ellili yaşlarda bir adam kolunu camdan sarkıtmış, elinde sigarasıyla tıngırdıyor aksi istikamete doğru. Nasıl bir filmin içerisine düştük diye geçiyor aklımdan, adama bak, sanki baştan ayağa sikine kadar som altından. Neyse devam, geldik dört yol ağzına. Bu Sidney'in en illet şeyleri nedir deseniz ilk yanıtlarımdan biri olur trafik ışıkları. Bekliyoruz. Brezilyalı çift, muhtemelen Güney Koreli beş kişilik bir kafile, birkaç Çinli -bu asla şaşmaz, dünyaya ne yaparlar bilemem ama Sidney'i kesinlikle ele geçirmiş durumdalar- ve yaşlıca bir Avustralya vatandaşı hanımefendiyle bekliyoruz. Oflar puflar, ahlar vahlar, öpüşen dudaklar, hepimiz bekliyoruz. Kesik aralıklarla sürekli olarak çalan bir alarm sesi ve atıyorum kendimi Pyrmont Bridge üzerine. Bir kumral bir de esmer şeker gülüşerek geçip gidiyorlar yanımdan, köprü boyu fotoğrafta selfide Asyalılar. Bir baba ve iki çocuk görüyorum, hepsi bisiklet üstünde, tam takım kasklar dizlikler falan. Bu görüntüye odaklanmışken ben çocuklardan birinin çıkan diliyle flash patlıyor ve önüme bakmaya devam ediyorum.

    Şehir merkezine gidip bana buranın giriş biletini sunan eğitim kurumuna uğramak zorundayım. Her şeyi bok etmiş olmanın ağırlığı sonunda düğümü çözebilmiş olmanın hafifliğine bırakıp yerini atıyor kendini karısının fotoğrafını çekmekte olan Avrupalı adamın hemen yanından aşağıya. Gözümde güneş gözlüğüm, montum, kot pantolonum ve ayağımdaki botum çok uyumlu. Kendimi iyi hissediyorum köprünün bitimindeki merdivenlere vardığımda, imaj her şeydir çakma Amerikan Rüyası bu tarz toplumlarda. Merdivene ilk adımı atmamla bir sarışın beliriyor basamakların sonunda. Lacivert kaşe mantosu, aynı renk stılettosu, sütun gibi bacaklarıyla bir yıldırım gibi ani ve yıkıcı bir görüntü bu. Sol elim hala kotumun yan cebinde ama sağ elimi işaret parmağımla güneş gözlüğümün burun kemerine üstten ittirip hafif indirmek için. Dedim ya imaj her şeydir. Cebinde üç dolar yetmiş sent olan, hiçbir geliri de olmayan bir adam "Öyle güzel, öyle seksisin ki çözünürlükle oynamadan edemedim!" hareketiyle yakalıyor bakışlarını o kadının. Gülüyor kadın, ben de gülüyorum, bak birbirimize bakıp gülümseyerek geçip gittik bile birbirimizin yanından. İstemsizce dönüp bakıyorum sol omzumun üstünden ve jackpot! Kış güneşi altında savrulan saçlardan altın tozu dökülüyor, masmavi gözler fonda okyanus girintisiyle iyice derinleşiyor. Esasında dönse gelse, iki soru sorsa yalansız hiç şansım yok karşısında. Hikayem imajıma uymuyor. O nedenle hipofiz bezi ön lobumdan salgılanan endorfin ile yetinip yola devam ediyorum o yüzden. Şehir merkezine yaklaştıkça sekiz ve altı silindirlilerin homurtuları artıyor. Son ışıktayım, bekliyoruz yetmiş yedi milletten yetmiş yedi çeşit manyakla. Kıpkırmızı bir Ferrari 488 GTB Spider paranın en mekanik zırıltısıyla duruyor kırmızı ışıkta. Aynı kafa siken kesik aralıklı ses yankılanıyor trafik lambasına iliştirilmiş hoparlörlerden. Ferrari'nin önünden geçerken sol elimin işaret ve orta parmağı kaputunda geziyor, kaldırıyorum kafamı, bir Çinli endişeyle gözlerime bakıyor. Dünyanın en iyi adamı da olsan Ferrari kullnıyorsun, hiç öyle bakma bana Çinli kardeş, sen bizim için ne yaparsan yap orul orul orrospu çocuğusun. Üzgünüm.

     Bir ağacın etrafına çekilmiş "O" şeklindeki plastik banka oturuyorum. Yarım saat erkenciyim, çıkartıp yoksul kitimi cebimden montumun, önce kısa bir kontrol, filtre, kağıt, tütün... Tastamam bir korkunun ürünü bu en basit şeyleri bile defalarca kontrol etme ihtiyacı. Sar sigara, çıkar telefon, ara: En umulmadık kader ortağı.

-N'aber ya?

-İyi, iyi. Çıktım şimdi çiftlikten şehire iniyorum. Sende durumlar nedir?

-İyi be, son düzlükteyiz işte. Çıktım şimdi evden... (yukarıdaki hikayenin aynısı, taze tazesi belki, azıcık daha renklisi, daha canlısı)

-Vay be! Gidiyorsun ha? Bir hikayenin daha sonuna mı geldik?

-Eh, yeterince bekledim ben bunu ya. Karar aldığım gün ile işleri yoluna koyup rahata ermem arasında altmış gün yuvarlanıp gitti. Yeterince sürüklendik. Tamam artık.

-Sen de haklısın be! Başka türlü olsaydı keşke her şey. Olabilirdi çünkü...

-Olabilirdi ama olmadı işte. En iyi seninle ben biliyoruz bunu. Anı şekillendirmekten başka şansımız olmadığını sen oralarda bir odada sekiz kişi balık istifi uyurken, yılanla, çiyanla boğuşurken, gözüne sıçrayan tarım ilacının acısından uyuyamazken veya eline indirdiğin balyozun acısıyla gözlerin yaşarırken...

-Böyle peş peşe söyleyince tat kaçırdı yalnız biraz...

-E ben de her gece aynı rüyayla uyanıyorum kafam iyi yatmadıysam. Aynı parktayım, titreyerek uyanıyorum, saat sabahın beşi, işe gideceğim ama uyuyabileceğim yarım saatim daha var. Birbirine vuran dişlerimin takırtısı uyutmuyor tabii. Ölüsünü sikeyim deyip iyice sarınıyorum battaniyenin içine. Kafam tüpten uç vermiş diş macunu gibi gözüküyor, bir çift sabah koşusunda o esnada. Gözlerimi aralıyorum, gözleri gözlerimde. Tiksintiyle karışık bir merhametle bakıp bana uygun adım devam ediyorlar. Biliyorsun.

-Biliyorum. Maalesef biliyorum...

-Fakat içimizden iyi geçti bu şehir, bu ülke. Kabul etmek gerek.

-Hahahahaha, iyi tarafından bakalım. Kurşun içeride kalmadı.

-Bilemiyorum ki; birden çok defalar ateş ettiler. Kaçını çıkardık, kaç şarapnel parçası içeride falan onların hesabı kitabı hep dönünce. Bi saniye bro... Sorry, what? No, sorry. No bro, I don't have a spare ciggy too. Olm gelen modeli görmen lazımdı. Avucunu açıp para sordu önce, akabinde sigara. Fakat bütün parmakları yanmış Kapkara yalniz, kömür karası. Modele bakar mısın, hırsızlık yapsa parmak izi kalmaz. Hatta belki yapıyordur bile.

-Ben burada olup biten her şeye inanırım ya, olabilir açıkçası.

-Bak, bak, bak. Şimdi de elemanın biri montunu serdi namaz kılıyor. Şurada önümde oluyor, beş metre mesafemiz. Şovmene bak şovmene.

-Hahahahah, ciddi misin ya?

-Maalesef ciddiyim. Onu bırak şimdi de, biz burada bu kadar hıza ve çeşide alıştıktan sonra nasıl yapacağız bundan sonra. Ne tatmin edecek bizi? Kanserli ve kurtarılamaz aşamaya gelmiş genç ve güzel kadınları toplayıp dünyanın dört bir tarafından, Asya'nın uzak adalarından birinde yaptırdığımız malikanemizde içlerini doldurup, mumlayıp sergilemek karşılığı ailelerine ömür boyu yetecek para mı teklif edeceğiz? Nasıl adamlara dönüşeceğiz de tatmin olacağız?

-Zor soru. Fakat fikir enteresan.

-Bilemiyorum Altan, bilemiyorum... Hahahah, bildiğim tek bir şey var yalnız, bu saatten sonra artık ben hayallerimin peşinden koşmayacağım bir yaşam düşünemiyorum. Zaten Türkiye'ye de o yüzden dönüyorum. Kökümün sağlam olduğu yerde yeniden başlamak istiyorum. Devamına bakacağız gittiğimiz yerd... N'oluyor lan yine?

-N'oldu?

-Anlamadım ki, böyle Asyalı bir kadın; belki Tayvan belki Filipinler, o civarlar yani; pat diye düştü yürürken birden. Peşine bir çığlık koptu.

-Nasıl? Ayağı falan mı takıldı? Olm o kadar da değil lan, ayağı takılıp düşeni de çeşitliliğe dahil etmeyelim, hahahahahah.

-Yok be abi, kadın merdivenleri çıktı, iki adım attı, bok çuvalı gibi düştü yere birden. Hiç takıldığı ettiği bir şey olmadı. O yöne bakarak konuştuğum için net gördüm yani. Millet de toplandı şimdi başına. Hadi neyse, konuşuruz yine. Ben şu işlerimi halledeyim gidip. Sen de çok dikkat et kendine, milleti tartaklama oralarda, zafere giden yolda sıkılan diş kutsaldır. Kırılırsa bir kavanoza koyar sergilersin bugünler geçtiğinde, kimse kimseye bedavadan bir şey vermiyor, en maliyetsiz gözüken şeylerin korkunç maliyetleri olabiliyor diye gösterirsin çocuklara, eşe dosta vs.

-Bağlı bulunduğu yerde tek parça halinde muhafaza edebilirsem daha memnun olurum. Zira benim kavgam bir süre daha tam gaz devam, burada da sigortasızız diş hususunda, malum. Yok yere binlerce dolar vermeyelim. Hayır, verebileceğim kesin olduğundan değil de, elimdeki parayı biriktirene kadar şu üçgen benzin istasyonu sandviçlerini alıp içindeki iki küçük sandviçin birini kahvaltı birini öğle yemeği yaptığımı en iyi sen biliyorsun. Üzülürüm çok.

-...

-Sustun?

-Çok canımızı sıktılar burada be, asabım bozuluyor olup bitenlere. Bu dönek dünya ile mutlaka hesaplaşalım.

-Hesaplaşalım!

-Hazır duyguyu en üste taşımışken kapatıyorum, bu yakıt ikimize de birkaç gün gider. Bir sonraki seansta Türkiye'de olabilirim, saat farkına dikkat edelim lütfen. Hahahahah, hadi bro, kendine çok iyi bak. Kaçtım ben.

-Tamamdır, güzellik uykularından uyandırmam seni, merak etme. Görüşürüz.

 



-Bir defteri daha kapattık böylece işte. Dönüyorum Türkiye'ye.-